Cinsel suçlara karşı mücadelede “Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesi kadın özgürlük mücadelesinin en önemli kazanımıdır. Bu ilkeden bir milim bile taviz vermenin sonuçlarının ağır olacağını görerek hareket etmek zorunda olduğumuzu aklımızdan bir an bile çıkarmamalıyız. Erkek egemenliğinin maddi temelleri yerli yerinde dururken; hukuk, burjuva liberallerin iddia ettiği gibi eşitler arasındaki ilişkileri düzenleyemez. Aksine en “ileri” burjuva hukuk dahi, özünde eşitsizler arasındaki ilişkinin hukukudur ve bu hukukta ezen karşısında ezilenin, patron karşısında işçinin, erkek karşısında kadının hakkı korunmaz. Burjuva hukuk hakkı adaleti tesis etmez, erkek egemen sermaye düzeninin bekası için adaletsizliğin yaratabileceği krizleri yönetilebilir kılar.
“Kadın beyanı esastır” ilkesi de eşitsizler arası hukuk dünyasında ezilen bir cins olarak kadının haklarını gözeten pozitif ayrımcı bir yöntemdir. Bu ilke, kadının cinsel suça maruz kaldığını beyan etmesiyle, herhangi bir somut delil sunsun ya da sunmasın soruşturma sürecinin başlatılmasını zorunlu kılar. Bu ilk adımdır ancak iş burada bitmez. İlk cümle kadar önemli olan ikinci cümledir ki, ilkini tamamlar. O ikinci cümle olmazsa, “kadın beyanı esastır” ilkesi kötürüm kalır. Kadının suça maruz kaldığını ispat etmesinin zor olduğu erkek egemenlikli dünyada, suçsuz olduğunu ispatlamak erkeğin sorumluluğundadır. Çünkü erkek egemenliğinin bir sonucu olarak cinsel suç işleme ayrıcalığına sahip olan cins erkek cinsidir. Bu nedenle de suçsuzluğunu ispatlamakla yükümlüdür. Suçsuzluğunu ispatlayamayan erkeğin, suçlu olarak kabulü de bu ilkenin nesnel bir sonucudur.
“Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesini, kadın özgürlükçü çizgide geliştirerek yaşamın her alanında nasıl pratiklik kazandıracağımız sorunu hala güncel. Aynı şekilde trans kadınların maruz kaldıkları cinsel suçu da kapsayacak şekilde bu ilkenin nasıl geliştirileceği konusu da. Bu ilkenin orasından burasından çekiştirilerek kadükleştirilmesinin sayısız örneği mevcutken, bu ilkeyi daha çok savunma, anlatma, kavratma, uygulatma mücadelesi vermekle yükümlüyüz.
Bu yazıda, söz konusu ilkeyi sonuna kadar savunup uygularken, cinsel özgürlüğümüz ile cinsel suçlara karşı mücadele arasındaki karmaşık alana dair sorular sorarak cevaplar arayacağız. Sosyalist kadınlar olarak, cinsel suça dair beyanlarda, öğretilmiş kadınlık rollerinin üzerimizdeki etkisini, cinsel özgürlük bilinci alanından bakarak ele alacağız. Bir kez daha belirtelim, gerçekten de mayın tarlası gibi riskli bir alan. Özellikle az tartışılan bir konu olduğu için belirsiz sularda yüzme hissiyatının yarattığı tedirginliğin yanı sıra ön yargılar ya da yanlış anlaşılma risklerini de göze alarak bu soruları soracağız. Çünkü kadın özneler olarak, cinsel suçlara karşı mücadele ederken cinsel özgürlüğümüzü yaşayabilmek, kendi hayatlarımıza ve başka kadınların hayatlarına gardiyan olmamak için bu sorulara ve yanıtlarına ihtiyacımız var. Çünkü sadece politik yaşamın değil cinsel ilişkiler alanının da öznesi olmak istiyoruz. Yıllardır ne diyoruz; özel alan politiktir. Bu politikliğin kapsamı, sadece erkek şiddetinin var olduğu zemin ile sınırlı değildir, ilişkinin tamamı kapsama alanındadır.
Öğretilmiş kadınlık rollerinin cinsel suç beyanındaki etkisi üzerine çokça yazıldı. Cinsel suç beyanında, suçun ispat edilmesinin zorluğu, erkek egemen dünyanın fail erkeklere verdiği yetkiler, avantajlar, erkeği bir kalkan gibi koruyan sosyal, ekonomik, kültürel, sanatsal ve politik “statüsü”, adalete güvensizlik, tek başına kalma, yeniden suça maruz kalma gibi nedenler kadar “toplum ne söyler?”, “ailem ne der?”, “sevgilim ne der?” gibi sayısız öğretilmiş kadınlık halinin de etkili olduğuna ilişkin çok kez yazıldı, çizildi, tartışıldı. Ancak bu yazıda, bu rollerin etkisine bakarken, cinsel suçla mücadele halindeyken, cinsel özgürlüklerimizi nasıl yaşayabileceğimiz sorusuna yanıt arayacağız.
Cinsellik, içinde yaşadığımız dünyanın ideolojik bombardımanı altında belirlenen bir alan. “Özgür irade” dediğimiz şeyi birçok faktör belirliyor. Sosyalist kadınlar olarak bundan azade değiliz. Hepimizin kişisel yaşamlarımızda da defalarca deneyimlediği gibi bu dünyada, modadan eğitime, kültürden politikaya, televizyondan okula her şey erkeğin cinselliğini kışkırtır ve yüceltir. Erkek çocuklarına “hadi aslanım” sözleriyle daha küçük yaşta cinsel organları göstererek övünmeleri öğretilirken, kız çocuklarının hanesine bedeninden utanmak, onu saklamak düşer. Hangimiz çocukluktan ergenliğe geçişte vücudumuzda yaşanan değişimden tedirginlik duymadık, memelerimizden utanmadık ki? Regl olduğumuzda bunu bir sır gibi saklamamız bize sıkı sıkı tembih edilmedi mi?
Kışkırtılmış ve yüceltilmiş erkek cinselliğinin sonuçları ise kadın ve çocuklara yönelik cinsel şiddet oluyor. Artık bu cinsel şiddetin kadınlara karşı bir cins savaşımı halini aldığı ortada. Düğün dernekle kadınların konulduğu o evlilik kurumu kadınlar için mezarlık.
Kadının erkek cinselliğinin, hazzının, fantazisinin nesnesi olması toplumun normalidir. Kadın cinselliği ise erkek karşısında edilgen bir pozisyonda tanımlanır. Anormal olarak görülen ise bir kadının cinselliği ile ilgili talepte bulunmasıdır, arzulamasıdır, hazza açık olduğunu göstermesidir, ilk adımı atmasıdır. Bu cinsiyetçi kabuller içinde bir aşk ya da cinsel ilişkiyi başlatanın kadın olması, o kadının “ahlakı” ile ilgili şüpheleri, en hafifinden “ama”ları hala gündeme getiriyor.
Kışkırtılmış ve yüceltilmiş bu erkek cinselliğine ve cinsel suçlara karşı mücadele ederken cinsel özgürlüğümüzü ne yapacağız? Özgürlük, eşitlik, adalet isterken, kadın cinselliğinin özgürleşmesinden feragat mı edeceğiz? Erkekler cinselliklerini sonuna kadar kullanırken bizler cinsel ilişki hakkımızdan vazgeçerek nasıl eşit olacağız? Bir yandan erkek cinselliğini kışkırtan bu sisteme karşı mücadele ederken, cinsel özneler olduğumuzu yok mu sayacağız?
Elbette hayır!
Cinsel suç; cinsler arasındaki eşitsizliğin bir sonucudur. Tecavüz, suça maruz kalan kadın bakımından tanımı en net yapılanıdır. Bu netlik hali, elbette tecavüzün kolayca ifşa edilebildiği anlamına gelmiyor. Ancak cinsel taciz daha karmaşık bir alan. Kur yapmak, flört etmek, cinsel olarak arzulamak gibi cinsel bir davranışın nerede bitip, cinsel tacizin nerede başladığı konusu hayli komplike ve değişken bir alan. Cinsel tacizi anlamak ya da tanımlamak, cinsel bir davranışı cinsel taciz olarak görüp görmemek cinselliğimizi nasıl yaşadığımızla da ilgili bir mesele. Burada cinsel özgürlük kavramından ne anladığımız ve cinsel ilişkileri ne kadar özgür yaşadığımız sorusu karşımıza çıkıyor. İçinden geçmekte olduğumuz kadın devrimi süreci, kadın cinsinin erkekle tam eşitliği sağlanıncaya kadar sürdüreceğimiz bir cinsel özgürlük mücadelesidir. Cinsel özgürlük, bedenlerimiz, isteklerimiz, hazlarımız, doğurganlığımız, bir kadın olarak varlığımız, yaşamımız üzerinde özgürce karar verebilme, kendi irademizi kullanabilme özgürlüğüdür. Varoluşumuz üzerindeki kendi kaderimizi tayin etme hakkıdır. Cinselliği yaşama özgürlüğü kadar, bedenimiz ve cinselliğimiz üzerinde söz, karar ve denetim hakkıdır. Politik askeri alandan kitle çalışmasına mücadelenin her alanında özne olurken, cinsel ilişkiler alanının da öznesi olmak zorundayız.
Kadın cinselliği ile cinsel suç beyanı arasındaki ilişki nedir? Bu soruyu başka sorularla açmadan önce hemen belirtelim ki, cinsel tacizi flört ya da kur yapmakla bir tutmuyoruz. Kadın, başlayan ve süren bir cinsel ya da duygusal ilişkinin bir noktasında “hayır” demişse, o “hayır”dır. Kadının “hayır” derken ki kararsızlıkları da o “hayır”ı “evet” kılmaz. O “hayır”dan sonraki her girişim de cinsel şiddet ve suçtur.
Bir gecelik ya da kısa süreli bir ilişki -bize rağmen bittiğinde- kendimizi nasıl hissediyoruz? Bu soru üzerinde sosyalist kadınlar olarak da etraflıca düşünelim. İçimizde kalmış bir tortu mu ya da boğazda bir düğüm mü? Yoksa “Bu ilişkinin öznesi bendim, yaşadım ve bitti” duygusu ve fikri mi? Bir yük mü? Kandırılmış hissiyatı mı? Pişmanlık mı? Ya da bir cinsel suça maruz kalmışlık mı? Baştan sona karşılıklı rızanın olduğu -altını çizerek belirtiyorum; baştan sona karşılıklı rızanın olduğu- bir cinsel ilişkide yukarıdaki sorulara verdiğimiz yanıtlarımız “evet” ise etraflıca düşünüp taşınmak zorundayız.
Bir ilişkinin ardından bu ve benzeri duyguları hissetmenin arkasında öğretilmiş kadınlık halinin izleri vardır. Farkında olalım ya da olmayalım, erkek cinselliğinin nesnesi olarak tanımlanmış bir kadın cinselliğinin üzerimizdeki etkileri hiç de az değildir. Kendi cinselliğimizi yaşayış biçimlerimiz de nesneleşmeden ne kadar azade? “Bir gecelik ya da kısa süreli ilişki yaşadım ve bitti” demek yerine neden başka gerekçeler arıyoruz? Cinsel ilişkinin nesnesi durumundan öznesi durumuna neden geçmiyoruz?
Acaba o ilişki bitirilmemiş olsaydı kendimizi nasıl hissedecektik? Yine aşağılanmış, aldatılmış, kullanılmış ya da cinsel suça maruz kalmış hissedecek miydik? Neden yaşadığımız bir cinsel ilişkiyi -gerçekleştirdiğimiz bir cinsel eylemi- açıkça savunmak yerine her durumda kendimizi “mağdur” olarak hissediyoruz ve tanımlıyoruz? Bunun yerine neden bir cinsel hazzın öznesi olduğumuzu düşünmüyoruz, hissetmiyoruz?
Cinsel arzularımızın öznesi olduğumuzu hissetmek, bilmek ve hayata geçirmek toplumsal cinsiyet rollerine de meydan okuma anlamına gelecektir. Toplumsal cinsiyet rollerini sendikada, partide, okulda değiştirirken, hala gözlerden ırak tutulmaya çalışılan “özel alanda” da yıkacağız.
Sevgili Yeliz Erbay’ın “Özgür Kadının Ölümsüz Şarkısı” kitabında yer alan “kadın devrimi öznesinden başlar” sözü kadın devrimi ile kadın özgürleşmesi ve özneleşmesinin temel ilkesidir. Devrim öncelikle yıkıcılıktır. Kadın devrimi de öncelikle kadınlar olarak bizlerdeki tüm toplumsal cinsiyetçi rollerin, alışkanlıkların, düşünüş ve yaşayış tarzının yıkılması, yerle bir edilmesidir. Bu yıkma ve yeniden kurmaya az önce sözünü ettiğimiz kadınların cinsel özgürlüğü konusu da dahildir, hatta merkezindedir.
Toplumsal cinsiyet rollerinin altında ezilmiş, kadınlığını bir suçluluk duygusu olarak yaşayan kadınlar olmayalım. Mutfaklardan çıktık, siyasetin merkezine yürüdük. Parti örgütleri içinde kendi örgütümüzü kurduk. Kadın örgütlerimizi partinin yarısı olarak hem içinde hem de yanında bir örgüt olarak tanımladık. Cinsel suçlarla mücadelede çok önemli deneyimler biriktirdik. Cinsel Suçlarla Mücadele Yönetmeliği hazırladık ve bunu uygulamaya başladık. Elbette, hayat ve mücadele karşımıza sayısız sorun çıkartacak. Kimi zaman bu sorunlar üzerimize dağ gibi gelecek. Ancak hiçbir engel, hata ya da önyargılar bizi girdiğimiz özgürleşme yolundan alıkoyamayacak.
Bundan sonrası bakımından, aldığımız her nefesin hakkını verelim. Cinsel arzularımız için illa bekleyen olmayalım. Yaşadığımız cinsel ilişkilerin öznesi olabilelim. “Benim bedenim, benim kararım” sözüm ona politik bir ilke olarak ele alınacak ise kişisel cinsel ilişkiler alanına da sirayet ettirelim.
Bir cinsel suça maruz kalmışsak, bu suçu işleyenin statüsüne -politik statü de dahil- bakmaksızın hesabını soralım, o fail erkeğe dünyayı dar edelim. Cezasını çekme işini, ahrete bırakır gibi, burjuva mahkemelere bırakmayalım. Ancak bunun kadar önemli olan bir şey de, öncelikle kendimize karşı adil ve dürüst olarak cinsel eylemlerimizin sorumluluğunu taşıyalım. Geleneksel rollerin ardına sığınarak her zamanın ve her durumun mağduru olmayalım.
Bir suça maruz kalmışsak hesaplaşacağız ancak toplumsal cinsiyet rollerinin üzerine giydirdiği lanet roller nedeniyle üstlenemediğimiz cinsel haz ve eylemlerimizin faturasını yine kendimize “mağdur” olarak kesmeyelim.
Nasıl ki, sadece kadın özgürlük mücadelesinin değil toplumsal mücadelenin özneleri olarak kadın devrimi gerçekleştirmek için yola çıktıysak, bir cinsel ilişkinin ya da hazzın da öznesi olabilelim ve bunu savunalım.
