Erkek egemen sermaye düzeni
Konunun tarihsel temellerine girmeyeceğiz. Hikaye biliniyor. Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla başlamıştır kadının köleliği ve sınıflı toplum biçimlerinin her biri içerisinde, o toplum biçimiyle kaynaşarak ve o dönemin egemen sınıfının kurumlarında cisimleşerek sürmüştür…
Nihayetinde, kapitalizme gelindiğinde, toplumsal cinsiyet, erkek egemenliği ve kadın özgürleşmesi bakımından, önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, şu koşullar ortaya çıkar.
1) Kapitalizmde üretim toplumsallaşmıştır ve farklı sınıf ve tabakalar arasındaki istisnasız bütün toplumsal ilişkiler, toplumsallaşmış ölçekte kurulur. Bu, aynı zamanda kadın emeği ve bedeni üzerindeki erkek tasarrufunun, hangi sınıf ve toplumsal tabakadan gelirse gelsin, sermaye düzeninde toplumsallaştığı anlamına gelir.
Erkek iktidarının, burjuva aile temelinde kurumsallaşmasının yanı sıra, kadınlar sermaye ile hem iş gücü metası hem de cinsel meta olarak ilişkiye girerler. Kadın, ev emekçisi olarak ve ücretli işçi olarak sömürüldüğü gibi, kadın bedeni de genel bir meta ve genel bir sermaye yatırım alanı haline gelir. Metalaşan, sadece şu somut sınıftan şu somut kadının bedeni olarak kalmaz, kadın cinsin bedeni genel bir sermaye yatırım alanıdır.
Erkek cinsi, kadın cinsini toplumsal ölçekte ezmekte, başka bir deyişle, tüm erkekler tüm kadınları ezmektedir. Cinsler arasındaki bu ezme-ezilme ilişkisi tümüyle toplumsallaşmış ölçekte gerçekleştiğinden, sermaye düzeni tarafından ezilen ve sömürülen erkeğin, erkek egemen düzenin parçası olmadığı ya da olamayacağı, sermaye düzeni içerisinde egemen sınıfa mensup olan kadının da cinsel bakımdan ezilemeyeceği doğru değildir.
2) Tıpkı önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi, kapitalizmde de erkek egemenliği, önceki toplumsal düzenden devralınır ve sermaye düzeniyle, onun kurumlarıyla kaynaşır. Ancak, öncekilerden farklı biçimde, bu birlik, başından beri, çelişkili bir birlik olarak gelişir.
Tıpkı önceki sınıflı toplumsal düzenler gibi, kapitalizmde de egemen sınıfın ekonomik, siyasi ve askeri kurumlan (aile, okul, yargı, bürokrasi, ordu, tekel, şirket vb.) aynı zamanda erkek egemenliğinin kurumlarıdır. Erkek egemenliği bu kurumlar aracılığıyla sürdürülür. Öte yandan, kapitalizmin temel çelişkisi, toplumsal cinsiyet ayrımı üzerinde de işler.
Bu temel çelişki, üretimin toplumsal karakteri ile mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkidir ve çelişkinin birinci ucu sürekli kadını üretici olarak, tüketici olarak ve meta olarak kaçınılmaz biçimde toplumsal yaşamın içine iterken, ikinci ucu da sürekli toplumsal yaşamın dışına, ev içine iter. Burjuvazi bir yandan kadının eve bağımlı konumunu süreklileştiren, hatta güçlendiren adımlar atmaktan kaçınamazken, diğer yandan da kadını gerek iş gücü, gerekse beden sömürüsü ekseninde evin dışına çeker. Toplamda bu durum, erkek egemenliğinin ortadan kaldırılmasının nesnel ve öznel koşullarını güçlendirir.
3) Birdenbire değil, ancak kapitalizmin seyri içerisinde ve kadın özgürlük mücadelelerinin de büyük basıncıyla, kadınlar, daha önceki sınıflı toplumların aksine, bir sınıfa sadece “ait” olmaktan çıkarak, ona “mensup” hale gelmişlerdir. Kral ve padişah eşlerine kadar, köleci ve feodal toplumların tümünde egemen sınıfa mensup değil, onun mülkü durumundadır kadınlar. Egemen sınıf ayrıcalıklarını da temelde, egemen sınıfın mensubu değil, malı olma dolayımıyla paylaşırlar. Yani, kendi başlarına, kendilerine ait varlıklar olamazlar. Burjuva toplumda ise tedricen, toplumsal üretime katılımı, iş gücünü birey olarak satması proleter kadını, miras ve mülkiyet hukukundaki değişimler burjuva kadını, bu koşulların tamamı ise kadınları, bir sınıfa ait olmaktan çıkarıp kendi başlarına bir sınıfa mensup hale getirmiştir. Bu zemin, kadınları kadın-bireyler haline getirmiş, cins bilinci temelinde kolektif varlık kazanmasının koşullarını hazırlamıştır.
4) Kadın cinsi içindeki sınıfsal farklılaşmanın bu dolaysız biçimi, ezen ve ezilen cinsler, sömüren ve sömürülen sınıflar arasında yeni ittifaklar ve ittifak olanakları, yeni antagonizmalar ve antagonik olmayan çelişkiler ortaya çıkarır.
Ezilen cins arasındaki sınıf farklılaşması ve ezilen sınıfın kendi içindeki cins farklılaşmasının bu özgün biçimi, kadın cinsi ve erkek cinsi olduğu gibi, burjuvaziyi ve proletaryayı da bir yandan siyasal bakımdan böler ve başka bir yandan da siyasal birleşmelere zorlar.
Kadın cinsin burjuva sınıfa mensup kesimleri özel mülkiyet edindiğinde, burjuva erkekten farklı davranmaz, kadının bunu engelleyecek bir tür “doğal yapısı”, bariyeri vb. yoktur. Sonuçta özel mülkiyet sahibi kadın kendi cinsine yabancılaşır, erkek egemen sermaye düzeninin parçası olur.
Erkek cinsi de homojen değildir, bir kesiminin kaderi, cinsel baskı altında tuttuğu kadın cinsin özgürlük mücadelesiyle, gerek sınıf kardeşliği (ve kendi cinsinin egemenlerine sınıfsal yabancılaşma ve karşıtlaşma) zemininde, gerekse de bir ittifak kuvveti olarak kesişir.
Erkeğin maddi iktidarı olarak erkek egemenliği
Erkek egemenliği, kadınların politik mücadelelerinin de, tek tek kadınların özgürleşme eylemlerinin de karşısına salt bir zihniyet sorunu olarak değil, somut maddi bir iktidar olarak çıkar. Cisimsiz, biçimsiz, kurumsuz, örgütsüz, maddi varlıktan yoksun değildir. Maddidir, cismi vardır, her egemenlik sistemi gibi de bu örgütlü yapısı onun dağıtılması gereken ilk unsurudur.
Burjuva iktidar erkek egemen iktidardır ve bugünkü erkek egemen iktidar da burjuva iktidardır. Kadın özgürlüğü, uzayda kütlesiz bir varlık olmadığına göre, erkek egemenliğini bugünkü biçimiyle yıkacaktır ve bu kaçınılmaz olarak burjuva iktidarın yıkılması anlamına gelecektir.
Kapitalist toplumda kadın üzerindeki cinsel baskı ve sömürünün tüm biçimleri; kadının ev dışı ve ev eksenli ücretli köleliği, ev içi ve ev dışı ücretsiz köleliği ve gerek mülkleştirilmesinin, gerek metalaştırılmasının, hem emeği hem de bedeni üzerindeki erkek tasarrufunun bütün diğer biçimleri, görünümleri, erkek egemenliğinin, erkeğin ekonomik ve siyasi iktidarının, burjuva egemenliğinin kurumlarındaki bu maddi toplumsal varoluşunda cisimleşir. Bunlar aracılığıyla hayata geçirilir. Bu görünümler, kadının ev içi emeğinin erkek egemenliği tarafından erkekler şahsında ve burjuvazi şahsında sömürüsünü, kadının bedeninin tek tek erkekler şahsında ve sermaye tarafından mülk edinilişini, kadın bedeninin ve cinsel faaliyetinin metalaştırılmasını ve sermaye yatırım alanı olarak değerlendirilmesini, kadın emeğinin toplumsal üretimde ucuz iş gücü olarak sömürülmesini ve bunun zor yoluyla sürdürülmesini (şiddet, cinsel ve fiziksel saldırı yoluyla köleleştirme ve köleliğin sürdürülmesi, bireysel ve örgütlü/toplumsal özgürlük girişimlerinin bastırılışı) kapsar.
Elbette tek tek erkeklerin gerici eylemleri, kadın üzerindeki baskı ve egemenliği, erkek egemenliğinin maddi varlığının bileşenleridir. Ezilen sınıflardan erkeklerin, kadınla kurdukları egemenlik ilişkisi de, bu egemenliğin tehdit altında kaldığı durumda uyguladıkları şiddet, gerici zor da erkek egemen düzenin içindedir ve aynı derecede maddidir. Kısacası, erkek egemenliğinin kurumsal yapıları arasında, burjuva aile, kocalık ve babalık kurumları da bulunur. Öte yandan, tekil-erkeklerin eylemleri, erkek cinsin bütünsel iktidarının parçası olmasa, bu bütünsel iktidarın kurumlarınca desteklenmese, devlet aygıtı, polis, ordu, yargı ve dahası ideolojik aygıtlar biçiminde kurumsallaşmış olmasa, kadının örgütlü veya bireysel bütün direnişlerinin karşısına askeri aygıtlar, gerici erkek zorunun koruyucusu yargı vb. biçimlerde çıkmasa, elbette tekil-erkeğin bu egemenliği sürdürmesinin maddi temelleri ortadan kalkar ve geriye zihniyet mücadelesi kalırdı. Ancak bu kurumsal dayanaklar var olduğu sürece, evlilikte, boşanmada, şiddette, cinsel saldırılarda, birey-erkeğin eylemini ve egemenliğini destekler.
Erkek egemenliğinin maddi dayanakları ortadan kaldırılmadığı sürece cinsiyetsiz toplum (ister biyolojik, ister siyasal anlamda cinsiyetsiz toplumdan bahsediyor olalım) var edilemez.
Dolayısıyla, kadın özgürlük mücadelesi, erkek egemenliğinin toplumsal maddi dayanaklarının ortadan kaldırılmasına yönelmek zorundadır. Maddi bir iktidarın yıkılışı için verilecek mücadele de, örgütüyle, politikasıyla, kitle gücüyle ve kitle çizgisiyle, aynı düzeyde maddi olmak zorundadır. Erkek egemen zihniyetin geriletilmesi, toplumsal normların değişmesi vb. hedefler, ancak bu türden bir maddi mücadele içerisinde ortaya çıkacaktır ve böylesi bir maddi mücadele ile birleşmediğinde de boş sözden öteye geçemeyecektir
Öyleyse, erkek egemenliğinin maddi iktidarı burjuva iktidarla kaynaşık olduğuna göre, sadece ve sadece toplumsal cinsiyetin, cins ayrımcı toplumun ortadan kaldırılmasının, sadece ve sadece kadın özgürleşmesinin (ve LGBTİ özgürleşmesinin) yolunu arayan bir mücadelenin dahi mecrası, proletaryanın devrimci yoluyla kesişir.
Toplumsal cinsiyet politikasının kapsamı
Konusu, toplumsal cinsiyet çelişkisi olan politikanın kapsamı, haliyle, kadın ezilen-yönetilen ile erkek ezen-yöneten arasındaki ilişki üzerinde etkide bulunmak (değiştirmek, derinleştirmek ya da zayıflatmak, tersine çevirmek vb.) olacaktır.
Erkek egemenliğinin programı, doğal olarak bu ezme-ezilme ilişkisinin sürdürülmesinin egemen erkek için en karlı ve en dikensiz yollarını aramak olacaktır. Erkek egemenliğinin sayısız nüansa sahip programlarında (emperyalist küreselleşmeci, ulusalcı-antiküreselleşmeci çeşitli programlar, politik İslamcı veya faşist programlar vb.) toplumsal cinsiyet çelişkisiyle ilişki bu kapsamıyla yer bulur. Yasalarda kadının yeri, evlilik, boşanma ve nüfus politikaları, ev içi emek, kadın emeğinin değişik alanlarda sömürüsü, kadın bedeni üzerinde tasarruf ve başkaca her konuyla bu temelde ilişkilenilir.
Kadın özgürleşmesinin programları ise en temelde ikiye ayrılabilir.
Evrimci programlar, bu ilişkiyi hafifletmenin, kadınlar adına mevziler kazanmanın, kadınlara değişik yaşam ve siyaset alanları açmanın, bu mevzi kazanımlarının da erkek egemenliğini darbeleye darbeleye sönümlendirmesini değişik türevlerine tekabül eder. Bu programın ana temsilcisi tüm akımlarıyla birlikte feministlerdir.
Devrimci bir program, bu kapsamda, kadınla erkek arasındaki ezme-ezilme, yönetme-yönetilme ilişkisini, hem de olası en kısa yoldan, bu ilişkinin cisimleştiği kurumlar şahsında ortadan kaldırmak hedefinde olur. Bu programın temsilcisi de komünistlerdir.
Cins mücadeleleri, tekil, lokal, genel, bilinçli, kendiliğinden vb. sayısız biçimde ve mekanda bu programlar etrafında sürer.
Feminizmin erkek egemen eleştirisi
Feministlerle komünistlerin kadın özgürlüğüne dair farklılıkları üzerine hem her iki cenahtan, hem de ilgisiz üçüncü taraflarca yığınla laf edilmiştir.
Emekçi sol partilerin, özellikle de Marksizm iddialı bölüklerinin, feministlerle komünistlerin temel farklılığına dair, dünya çapında ortalama bakış açısı, daha doğru bir ifadeyle, ortalama ezberi, on yıllar boyunca şu olmuştur: “Feministler soruna sınıfsal bakmıyorlar, sorunu erkekte görüyorlar.”
Eh, feministler eğer sorunu erkekte görüyorlarsa, kabul etmek gerekir ki, sorunu doğru görüyorlar demektir. Eğer feministler sorunu erkekte görüp de komünistler sorunu erkekte göremiyorlarsa, komünistler sorunu pek de göremiyorlar demektir.
Adına erkek egemenliği dediğiniz bir sömürü ve baskı mekanizmasından bahsedeceksiniz ama sorun erkek olmayacak! En heyecanlı yerinde, konuyu aydınlatmadan biten tatsız tuzsuz bir film gibidir bu teori! Bu teze göre, sorun, teoride erkeği temsil eden, pratikteyse cinsin mensuplarında cisimleşmemiş, başka bir ifadeyle “cinslerüstü” bir “sermaye düzeni” olacak. Bu sermaye düzenine karşı, teoride kadın-yanlı, ama pratikte, kadın politikası, kadın örgütü ve kadın teorisi olarak cisimleşmemiş biçimde, yani yine “cinsler üstü” bir mücadele, dönüp bu erkek egemenliğinin yıkımına yol açacak. Yani, tasavvurunuzda erkeklerin erkek olduğu değil de, sermaye düzeninin erkek olduğu bir toplum düzeni olacak, ama kadınlar, üstelik de cinsini örgütlemenin ve savaştırmanın bütün görevleriyle de mükellef olarak, kadın kalacak. Somut kadınlar, kadındır ve de sorundur; somut erkekler, ne erkektir ne de sorundur bu tanımlamada!
Erkekliğin, “maddesinden ayrı bir ruh” olarak bu idealist tanımlanışı, bir de en materyalist teori olarak sunulur.
Bu, tıpkı proletaryaya “sorun burjuvazi değil, tek tek patronlar hiç mi hiç değil, sorun sınıflı toplumdur, özel mülkiyettir” demek gibi bir şeydir. Bu, tıpkı proletaryayı, tek tek patronlarla da, burjuvazinin ekonomik ve siyasi kurumsal yapılarıyla da savaştan, dolayısıyla günlük siyasi ve ekonomik mücadelenin kendisinden ayırarak, taktiksiz ve politikasız bırakarak, eylemsiz kılarak, ne zaman ne şekilde gerçekleşeceği bellisiz bir devrime seferber etmeye çalışmak gibidir.
Sorunun biyolojik değil de “toplumsal” tanımlanışı, kadın cinsin eline bir silah olarak değil de, erkek cinsin eline bir savunma kalkanı olarak verilir böylece. Kadın, erkek egemenliği karşısında hem düşmansız, hem silahsız kalır. Fiilen, onun yerine, erkeğin düşmanına karşı, erkeğin silahlarıyla savaşmaya davet edilir.
Buna komünist kadınları ikna eden ne? Bir bütün olarak komünistleri böyle boş bir ezberi on yıllar boyunca tekrarlamaya iten ne? Elbette bu, feminizmin erkek egemen bir tanımlanışıdır ve komünist saflarda erkek egemen zihniyetin tezahürüdür. Ama bunu iddia eden erkek komünistler kadar, buna ikna olmayı ve yeniden üretmeyi “başaran” kadın komünistleri topa tutmak lazım ki, özneler özneliğini bilsin. Velhasıl bu yaklaşıma dair kendi tutumunun teorik ve pratik devrimci eleştirisini yapmalıdır kadın komünistler.
Erkek elbette sorundur! Erkek egemen düzenin sorunu erkekliktir. Toplumsal cinsiyet ayrımının ortadan kaldırılması meselesinin, o günkü koşullar içerisinde ileri bir politikaya, görünmez olanın görünürleştirilmesine hizmet edecek şekilde “kadın sorunu” olarak formüle edilmesini, bu formülasyonun, kadın özgürlüğünü sorunlaştırarak devrimci bir işlev görmesini takiben, sonraki 150 yıl boyunca donup kalması ne azap verici! 150 yıl sonra “erkek egemen düzenin sorunu erkekliktir” noktasına gelmeyi başaramamak, erkeğin, devrimci saflarda dahi, her karış toprak için yiğitçe direnmesinin (!) ürünü değilse nedir?Kadının, kendi yolunu açma iradesi gösterememesinin ürünü değilse nedir?
Erkeği sorunlaştırmayan bir kadın özgürlük programı olmaz. Kadın politikası yürütmeye hevesli komünist kadınları feminizm karşısında da, komünizm karşısında da utangaç ve özgüvensiz hale getirip tutuklaştıran da bu eklektik yaklaşımdır zaten.
Evet, bu düpedüz eklektik bir yaklaşım ve boş laf yığınıdır. Bu yaklaşımın tek politik ürünü, kadın komünistlerin örgütsüz kalması ve kadın özgürlüğünün de politikasız kalmasıdır.
Komünistlerin kadın özgürlük programı, bakış açısı, tek tek erkekleri de, grup grup, tabaka tabaka, sınıf sınıf erkekleri de, erkek cinsini de, erkekliği de, erkek egemenliğinin maddi toplumsal varlığını da, kurumsal yapısını da sorunlaştırır (sorunlaştırdığı bu maddi kuvvetlerin hangisiyle ne temelde ilişki kuracağı ise aşağıda tartışılacaktır). Teoride de, yaşanmış pratik deneyimlerde de komünizmin bu gerçeğinin sayısız verisini, öncülünü bulmak mümkündür, ancak bu miras üretici tarzda sahiplenilemediği, kullanılmak yerine çerçevelenip duvara asıldığı için, komünistler kendi devrimci potansiyelini derinleştirerek ortaya koyamamıştır.
Feministlerin soruna sınıfsal bakmadığı da aynı derecede boş bir laftır. Feministlerin soruna pekala sınıfsal da bakan pek çok akımı, soruna hiç sınıfsal bakmayan bölüklerinin pratikte aman aman ötesine de geçememiştir ya, esas önemli olan bu değil. Önemli olan, feminizmden sınıfsallık adına beklenti çıtasını hangi zeminin üzerine yerleştirmek gerektiği. Feministler kendi varlık nedenleri olarak kadın özgürleşmesini görüyorlar ve bunun ötesini dert edinip edinmemelerinin tartışması da abesle iştigaldir. Tıpkı, bir ulusal kurtuluş örgütünün mücadelesinin devrimci eleştirisinin, Marksist olup olmadığı zemininde yapılması gibi. Tıpkı bir ulusal kurtuluş mücadelesinin önüne, ulus için daha ileri bir devrimci pratik ve daha ileri bir devrimci program koymaksızın, sınıf için daha ileri olma iddiasındaki bir programa yedekleme yönündeki boş çabalar gibi. Üstelik, cins sorunu ulus sorunundan hem daha eski, hem daha uzun ömürlü olduğuna ve ulusal mücadeleden ziyade, sınıf mücadelesiyle kıyaslanabilir olduğuna göre, cins mücadelesinde bu yöntem daha da saçma sapan ve abesle iştigaldir.
Bu iki kadın özgürlük programını kıyaslayacak ve bu kıyaslamadan anlamlı bir politik sonuca varmayı murat edeceksek, mesele bu iki programdan hangisinin kadın özgürlüğü hedefine ulaşmaya maharetli, muktedir olduğunu ortaya koymaktır. Feminizmin kadın özgürlüğü programını, sınıfın kurtuluşundaki yeteneği bakımından yargılamak boş bir iştir, onun önüne komünistlerin kadın özgürlük programını, sınıfın kurtuluşundaki yeteneği bakımından çıkarmak da aynı derecede boş bir iştir.
Aksi durumda komünist kadının bilinci de, bir bütün komünistlerin bilinci de, komünistlerin kitlelere söylediği sözün içeriği de, pratikte şu saçma sapan ve çarpık sonuçla sakatlanır (ya da yukarıda özetlenen görüş açısının öncünün ve kitlenin bilincindeki izi şu olur):
Feminizm aslında kadın kurtuluşu bakımından muktedirdir. Ama biz sınıf için, sınıfsal kurtuluş için feminizmin nimetlerinden feragat ediyoruz.
Komünizm bu denklemde, kadın kurtuluş mücadelesi bakımından bir eksi nitelik olarak tanımlanmış olur. Ama bu doğru değil. Erkek egemenliğinin sayısız görünümüne en azından feministler kadar öfke duymayan kadın, cins bilincini olduğu kadar komünistliğini de sorgulamalıdır.
Komünizmin feminizme eleştirisi, sınıfa kurtuluş getirmemesi değil, kadına kurtuluş getirmemesine odaklanmalı ve feminist akımlarla ittifak politikası da, ideolojik mücadele de bu temelde belirlenmelidir.
Feminizm erkeği sorunlaştırıp da, komünizm sorunlaştırmasaydı eğer; feminizm cinsi, komünizm sınıfı temsil eden iki kutup olsaydı, doğrusu, komünist kadınlara komünist saflarda tam olarak ne aradıklarını sormak gerekirdi. Madem iki kimliğinle de eziliyorsun, niye birini diğerine tercih ediyorsun! Eğer komünizm, feminizmden daha ileri (ve daha gerçekçi!) bir kadın kurtuluş programı değilse, bunu sunamıyorsa, dahası, komünizm, kadın özgürleşmesi adına tek devrimci program değilse, kadınlar neden komünizm saflarına gelsin? Neden sınıfsal ezilmesi ile cinsel ezilmesi arasında bir tercih yapsın? Ve gündelik tecavüz, kadın için, neden gündelik yoksulluktan daha az önemli olsun?
Böyle bir komünizm-feminizm kıyaslamasının, Hartmann’ın isabetli ifadesiyle, “Marksizmle feminizmin mutsuz evliliğinden” daha ileri bir ufuk doğuramayacağı açıktır. Komünist kadınları “iki cami arasında beynamaz” kılan bu çarpık ve eklektik erkek egemenliği tanımlaması komünist kadınların yolunu aydınlatmaz, bulanıklaştırır. Hele de süreklileşmiş bir politik mücadeleyi, politik taktikleri en asgari düzeyde bile ortaya çıkaramaz. Onu toplumsal üretimle ev köleliği arasında parçalayan burjuva zihniyetin bir yansıması olduğu içindir ki, sınıfıyla cinsi arasında parçalayıp yapay bir tercihe, şizofrenik bir ideolojik pozisyona zorlayarak, politik üretkenliğini de, meşruiyet bilincini de sakatlar.
Erkeklerin ve erkek egemen zihniyetin egemen olduğu teori alanında kadın özgürlük argümanının feminizm karşısında bu denli soluk, çapsız kalmasının açık sebebi, kadınları feminizm yerine komünizme ikna yönündeki haklı ve devrimci çabanın, onları aynı zamanda erkek önderliği altına çağırma çabasıyla bulanıklaşması ve silikleşmesidir. Zaten, kadın önderleşmesinin araçlarını inşa edemezseniz, pratikte bu buluşmanın, zihniyetteki ve eylemdeki bütün geri yansımaları ve kavrayış sorun ve zaaflarıyla birlikte erkek önderliği altında gerçekleşmesi de tümüyle kaçınılmaz olur.
Feminizm(ler)in devrimci eleştirisi
Feminizmin sayısız akımının, birbirinden farklı toplum analizleri ve “sorunun esas kaynağına” dair birbirinden farklı tespitleri var. Elbette bu analizlerin her birinin ortaya çıkardığı değişik politik programlar, güncel mücadeleler, taktikler, örgütlenme biçimleri var. Her bi rini tek tek ele almaksa bu yazının amacının epeyce dışında kalıyor. O nedenle kaba bir özetle yetineceğiz.
Feminist programları şu üç grupta toplayabiliriz: Reformist programlar, ütopik programlar ve programın eleştirisi/programsızlık.
Politik bir kadın kitle hareketi olarak (birinci dalgada oy hakkı mücadelesi, ikinci dalgada kürtaj ve beden politikaları ağırlıklı taleplerle) gelişen feminizm, bu reform mücadelelerinin bir kısmını sonuca vardırdı. Bunların bir kısmı, mülksüz sınıftan kadınlar için doğrudan yararlanılabilir hale gelmedi, bir kısmı geldi. Ancak bu mücadelelerin toplamı, kadın cins için, bütün kadınlar için önemli siyasi ve ideolojik mevzi kazanımları oldu.
Sorun şu ki, kazanıma ulaştırdığı ve ulaştıramadığı bütün bu reform mücadelelerini, erkek egemenliğinin son bulmasının devrimci bir programına bağlayamayan, politik kitle hareketi olarak geliştiği dönemlerde, eşzamanlı gelişen devrimci mücadelelerle bağ kuramayan feminizm, giderek politikadan koptu, reformist programdan (ve devrimsiz politikadan), ütopik programlara (ve politikasız devrimlere) doğru yol aldı.
Bu savrulma, ütopikleşme kaçınılmazdı, çünkü burjuva düzen içi kadın özgürleşmesi, yeni kazanım- larla kendi sınırlarına yakınlaştıkça, kadın özgürleşmesinde burjuva programın, dolayısıyla da burjuva düzeni yıkmayı hedeflemeyen bir kadın politikasının sonu yakınlaştı, ütopyalar güncel siyasetin yerini aldı.
Ütopikleşen feminizm, başlıca birkaç eğilimde (ki pek çok durumda bunların hepsini içererek) dışavurdu. Feminizmin anarşist versiyonları ( veya anarşizmin feminist versiyonları), toplum içinde toplum- suzlaştırılmış topluluklar oluşturma görüş açısıyla, ideolojik-entelektüel faaliyet grupları olarak politik kadın kitle hareketinden koptu. Ütopik yönelimler içerisinde, en dikkate değer program, biyolojik cinsiyetin ortadan kalkışını ya da önemsizleşme- sini içeren programlar oldu. Gerek feminizmin mantıksal sonuçlarına, gerek devrimci bir feminist programa, gerekse de, aslında son tahlilde gerçekçi bir feminist programa en yakın olan da bu idi. Ancak, bilim ve teknolojinin yönetiminin bu sorunu çözmek üzere erkeğin elinden nasıl alınacağını da, kadınların ayrıcalıklı bir kesiminin değil bütün kadınların yararına kullanılmak üzere nasıl toplumsallaşacağını da siyasal bakımdan aydınlatmayan bu görüş açısı da, haliyle güncel politik bir hareket olarak karşılık bulamadığı gibi, entelektüel anlamda bile evrimcilikten kurtulamadı.
Ütopik programlar başlı başına politikasızlığa denk düşse de, programın ütopikliğinden daha da geriye düşülerek tam programsızlığa, program ihtiyacının yadsınmasına yol alındı ve baskın bir eğilim olarak, programsızlığa övgü ve çok çeşitli biçimleriyle postmodern feminizmler sahneye çıktı. Maddi bir devrim, siyasal bir çarpışma adına iddiaları zaten olmayan bu akımlar, yine de, cins mücadelesinin düşünsel ve eylemsel dinamiği olarak, taze bir toplumsal kuvveti olarak ortaya çıkan LGBTİ hareket aracılığıyla, bir politikleşme zemini bulabildi ve somut pratik bir ilerici rol oynayabildi.
Feminizmin, aynı zamanda en fazla politize olduğu ve haliyle kendi kitlesiyle de en fazla buluştuğu döneminde ortaya çıkan, en ileri progra- matik formülasyonu, kadın devrimi olmuştur, ancak bu kadın devriminin kime karşı, kiminle birlikte ve hangi araçlarla gerçekleşebileceğinin maddi yolu aydınlatılamadığı, aslında bu konu dert de edinilmediği için, yine, gerek erkek egemenliği, gerek kadın devrimi, “maddesinden ayrı bir ruh” olarak, idealist, soyut bir söylem olarak kuruyup kalmıştır.
Yukarıda ele aldığımız erkek egemen eleştiri hattı nasıl, erkek egemenliğini erkeklerden, “erkek-mad- desinden” koparıp soyutlaştırıyor- sa, feminizm de erkek egemenliğini egemenliğin yapısal-kurumsal varlığından, “egemenlik-maddesinden” kopararak aynı miktarda soyutlaştırdı, ruhanileştirdi. Kadın özgürlük sorununda politikasızlık, iki karşıt yaklaşımın, son tahlilde buluşma noktası oldu.
Erkekliğe ve erkek egemenliğine yöneltilmiş en yıkıcı eleştiri bile, “silahların eleştirisiyle” bütünleşmezse, erkek egemenliğine saldırının toplumsal tabanı olan kadın kitleleriyle buluşma iradesinden kopulursa, iktidar-yıkıcı bir mücadele yerine iktidarının sürdürülmesinin yedeği durumuna düşülürse, kısacası, kadın özgürleşmesi, bir maddi varlık olan kendi kitle tabanından, bir maddi varlık olarak erkek iktidarını yıkma amacından, bir maddi varlık olarak ittifak potansiyellerinden koparılır- sa, ne kuvvetleri ne hedefleri belli bir zihniyet savaşımı derekesine indirgenirse, erkek egemenliğinin burnunu kanatma yeteneğini dahi giderek kaybeder. Feminizmin erkek eleştirisinin bütün yıkıcı birikimi de, doğrusu ancak, komünistlerin elinde, kuru sıkı olmayan bir silaha dönüşebilir.
Dolayısıyla, komünistlerin çok çeşitli feminist akımların her biriyle “sorun” tanımı bakımından birbirinden farklı ayrılıkları vardır, bazılarıyla ise bu bakımdan çok özsel bir ayrılığı da yoktur, komünistlerin feminizmle temel ayrılığı, “sorun” tanımında değil, “çözüm” tanımındadır.
Komünist programla feminist programın temel farkı, erkeğin so- runlaştırılmasında değil, erkekle ve erkek egemenliği ile mücadeleye girişip girişmemede değil, erkekle ve erkek egemenliğiyle girişilen mücadelenin niteliğinde yatar.
Tüm akımlarıyla (sosyalist feministlerden poli-erkekleri hedef aldığı mücadeleler dahil, her bir mücadele deneyimi, komünistlerce de pekala sahiplenilip pratikleştirilebilir. Erkek egemenliğinin şu veya bu kurumuna yönelttiği hemen her saldırı sahiplenilebilir. Erkek egemen yasalarda talep ettiği her değişiklik ilerici bir rol oynayabilir. Erkeklikle ve erkekle mücadelede öne sürdükleri ideolojik argümanların, erkekliğinin eleştirisine dair saptamalarının ana gövdesi, komünistlerce paylaşılabilir. Ancak feminist akımların hiçbiri ve toplamda feminizm, bütün bu eylemleri, toplamda erkek egemenliğinin maddi iktidarını ortadan kaldıracak bir toplumsal devrim hedefine yöneltemez.
Feminizm, kadını bir toplumsal devrimci dinamik olarak değil, bir toplumsal özne olarak değil, son tahlilde toplumun bir nesnesi olarak ele alır. Kadın, aktif-eylemin, mücadele ve yıkıcılığın (yıkmadığına göre kuruculuğun da) değil, pasif-eylemin, muhalefetin (etkin-özne olan egemenin eylemine karşı koyuşun) ve korunmanın konusudur.
Kadın devrimi
Toplumsal devrimin yarısı olarak kadın devrimi, kadın özgürleşmesinin devrimci programıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi, erkek egemenliğinin ortadan kaldırılması, öncelikle onun en temel maddi toplumsal dayanaklarının yıkılması, parçalanması, ortadan kaldırılmasıdır. Bu, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete ve buna dayalı siyasi-ekonomik kurumsal yapıya denk düşer.
Erkek egemenliğinin maddi dayanaklarını tasfiye etme ve kurumsal yapısını ortadan kaldırmak bu nedenle kaçınılmaz olarak, burjuva devleti parçalamak ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti tasfiye etmek anlamına gelir. Bu nedenle kadın devrimi, kaçınılmaz olarak, sosyalizmi hedefleyen bir toplumsal devrimle ve bizzat sosyalizmle kesişir ve serüveni ancak komünizmde son bulur. Onun asli bir unsuru olarak şekillenir.
Başka bir deyişle, soruna, konuyu sadeleştirmek için, sadece kadın cinsin özgürleşmesi bakış açısından baksak bile, bütün muradımız kadın cinsin özgürleşmesinden ibaret olsa bile, bu yol, sermaye düzenini, özel mülkiyetli toplumları yıkacak bir toplumsal devrimden geçmek zorundadır.
Bu, ezilen kadın cinsin, ezilen sınıfın toplumsal devrimi içerisinde ve onun üzerinden kendi devrimini hazırlaması ve gerçekleştirmesidir. Tersinden, ezilen sınıfın toplumsal devriminin de, özel mülkiyetin bütün kırıntılarıyla mücadele gücü ve dinamizmi kazanabilmek için, mutlaka kadın devrimini kasten içermesi gerekliliğidir.
Fakat, böyle bir toplumsal devrim ve onunla birlikte sosyalizm, cins ayrımlarının nesnel temelini bir çırpıda ortadan kaldıramaz. Yeni toplum, öyle bir üretkenlik düzeyine ulaşmalıdır ki, hem soyun yeniden üretimi kapsamındaki işlevler (ev işleri, çocuk, yaşlı ve hasta bakımı vb.) tümüyle toplumsallaştırabilsin, hem de aile eksenli kişisel birikimin sürmesinin temeli olan, kişisel tüketim maddeleri üzerindeki özel mülkiyet de tümüyle ortadan kaldırılabilsin. Bu düzey, bütün araçlarla zorlanarak elde edilene dek, kadının ikinci cins olduğu cinsiyetli toplum sürer. Öyleyse, erkek egemen sermaye düzenini alaşağı ederek kendi durumlarını köklü biçimde değiştirmelerinin ardından kadınlar, bu devrimci hamleyi yeni toplum içerisinde ilerletmelerinin de sürdürülebilir biçimlerini oluşturmak durumundadır.
Böylelikle, ezilen cins ile ezilen sınıfın kaderini ortaklaştıran bu toplumsal devrimin, öncesinde, anında ve sonrasında, mutlaka birbirinden farklı toplumsal-siyasal görevlerde ve örgütsel formlarda karşılık bulacak olan, somut bir cinsel politik ve örgütsel hatta ihtiyacı ortaya çıkar.
Sosyalizme açılan bir toplumsal devrim, kadın özgürleşmesinin bir aşaması ve düzeyi, kuşkusuz ki, ilk andaki kazanımlarıyla dahi, bugünkü durumdan kıyaslanamayacak ölçüde ileri bir düzeyidir. Ancak mutlak bir özgürleşmeyi sağlamaz, yolunu açar. Öyleyse, gerçekten bu yolu açması için, bu yeni toplumsal düzen içerisinde, insanın insan tarafından yönetilmesinin henüz ortadan kalkmadığı bu koşullar içerisinde, kadının iktidarda ne kadar pay sahibi olacağı önemlidir. Bu da demektir ki, kadının, cins bilinci temelinde kendi özerk örgütlenmesi (veya daha doğrusu, koca bir yeni toplumsal düzenden bahsettiğimize göre sayısız tipte özerk örgütlenmeleri) olması zorunludur ki, partide, devlette, orduda, yargıda, hem gereken nicelikte var olma düzeyine erişebilsin, hem de kendi cinsel niteliğiyle yer alabilsin, yani kolektif bir toplumsal kuvvet olarak yer alabilsin. Kurulacak iktidardan ne kadar pay alınacağı, devrimin her alanında var olmak kadar, kendi maddi varlığını örgütlü biçimde ortaya koymuş olmakla (bir iktidar gücü haline gelmenin gereklerini yerine getirmiş olmakla) belirlenir.
Ayrıca, kadın bu toplumsal düzen içerisinde, sadece kendi özgürlüğünün maddi güvencesi olarak değil, bu düzenin en ilerici dinamiklerinden biri, hatta belki de en ilerisi olması vesilesiyle, bu düzenin devamlılığının güvencesi olarak da, örgütlü biçimde yer almalıdır. Zira, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kalkması, kapitalist sömürünün koşullarını ortadan kaldırmakla beraber, cinsel sömürünün koşullarını ortadan kaldırmaya yetmez, tüketim araçları üzerindeki özel mülkiyetin ortadan kalkmasına doğru ilerleyiş, kadın özgürlüğü için zorunludur. Kadın, sosyalizmde de devrimin ilerlemesinden en fazla çıkarı olan ve cinsel kimliği ekseninde bu çıkarının bilincine kendiliğinden varmaya en eğilimli dinamiklerden biridir. Başka bir deyişle, kadın, sosyalizmin komünizme ilerlemesinin en ileri devrimci dinamiklerinden biridir ve kadın devrimi bu temelde sürecektir.
Kadın devriminin müttefikleri
Şu halde, her siyasal programın temel stratejik sorunu gündeme geliyor. Konuyu sadeleştirmek üzere, soruna yine sadece kadın cinsin özgürleşmesi bakış açısından bakarak soralım Kadınların hangi toplumsal kuvvetlerle ittifak yapması, hangilerini yedeklemesi gerekir?
İttifak sorununun merkezinde, yine evrimci-devrimci program kıyaslaması temelinde şu soru durmuş olur: “Erkek egemenliğinin maddi dayanaklarını yıkmaya, parçalamaya, tasfiye etmeye yönelen devrimci bir strateji mi, bu dayanaklara dokunmayan evrimci bir strateji mi?”
Çünkü politikada, kuvvetin karşısına kuvvet çıkarmak zorundasınız. Erkek egemenliğinin maddi iktidarını yıkmayı hedefliyorsanız, gerek hedef aldığınız, gerekse ihtiyaç duyduğunuz kuvvetlerin çapı ve niteliği farklıdır. Tersinden, erkek egemenliğine karşı koymayı, itiraz getirmeyi, üzerinde değişiklik yapmayı ve bir muhalefet unsuru olarak kendinizi savunmayı esas alıyorsanız, kuvvetler meselesi bakımından durum yine farklıdır.
Eğer yanıtınız birincisiyse, bu devrimin toplumsal kuvvetlerini aydınlatacak olan soru “kimler cinsel olarak eziliyor?” sorusu değildir. Soru “erkek egemenliğinin maddi dayanaklarının (şu şu şu somut dayanakların) tasfiyesinden, bizden başka kimlerin çıkarı var?” olur. Öyleyse kadın özgürlüğünün devrimci yolu, erkeklerin bir kısmını, özel mülkiyetle ve özel mülkiyeti koruyan ve sürdüren burjuva politik yapıyla antagonist çelişki içerisinde olan kısmını, ittifak ilişkisine davet edecektir.
Eğer yanıt İkincisi, yani evrimci strateji olsaydı, haliyle stratejik soru “kimler cinsel olarak eziliyor?” sorusu olurdu. Birinci durumda temel soru “nasıl kurtaracağız”, ikincisinde temel soru “kimi savunacağız” olmuş oluyor çünkü.
Böylece, devrimci stratejiye göre, kadınlar, toplumsal devrim içerisinde, hem bu toplumsal devrimden çıkarı olan sınıf ve tabakaların bileşeni, onların yarısı olarak, o sınıflar adına; hem de cins olarak bu devrimden çıkarı olan kendi başına bir toplumsal dinamik olarak, cinsi adına konumlanır.
Proleter sınıf bakımından durum şudur: Proleter kadın, hem proletaryanın bir parçası olarak, bizzat kendi sınıfsal kurtuluşunun mücadelesi içerisinde ve onun temsilcisi olarak bu devrimde yer alacaktır, ama hem de cins olarak, proleter erkekle müttefiktir.
Bu politika, kadının erkekle, ya da daha süzülmüş haliyle söyleyelim, proleter kadının proleter erkekle toplumsal barışını, cins uzlaşmasını değil, mücadele ortaklığını, devrimci ittifakını öngörür, dolayısıyla da, komünist kadının erkeği sorunlaştırma- ması anlamına gelmediği gibi, cins mücadelesi bu ittifakın içerisinde de, yer yer ideolojik mücadeleler, yer yer de politik mücadeleler biçiminde sürer.
Buna göre, sadece kadın cinsin kurtuluşu bakış açısından dahi, ka- dın-öznenin toplumsal tabanı, burjuva kadınları, cinsel ezilmenin muhatabı olmalarına rağmen kapsamadığı gibi, temel ittifak kuvveti de burjuva kadınlar değil de, proleter erkekler oluyor. Ancak bu tercih, hiç de kız- kardeşlerine, cins kardeşlerine sırtını dönmek anlamına gelmiyor. Gerçekte bu tutum, feminizmin, kendi kızkardeşleri için yıkıcı ve bedeller isteyen bir mücadeleye girişmeyerek burjuva düzen sınırları içinde kalmayı kabul ederken, dolayısıyla burjuva erkekle uzlaşı içerisine girerken işlediği günahın zerresini taşımıyor.
Kadın devriminin diğer stratejik ittifakları da, bu toplumsal devrimin ittifaklarını oluşturan sınıf ve tabakalar oluyor.
Kuşkusuz ki, bu devrimci stratejiye bağlı yürütülecek mücadelenin değişik aşamaları, gündemleri, konuları, burjuva kadınlarla ve onları temsil eden politik öznelerle taktik ittifakları kapsayabilir.
Keza, toplumsal kuvvetler (toplumsal sınıf ve tabakalar, cinsler, kesimler) düzleminden politik kuvvetler düzlemine (komünistler, feministler, değişik reformist yapılar vb.) gelince, kadın cinsinin bu toplumsal devrimden çıkarı olan ya da bu devrime yedeklenebilecek toplumsal kesimlerini temsil ettiği halde, evrimci-reformist nitelikteki feminist programları benimsemiş politik özneleriyle de sayısız taktik ittifak gerçekleşebilir, hatta, somut olarak da, uzunca bir dönem boyunca feminist politik özneler, dönemsel taktik ittifakların başlıca muhatabı olabilir. Dahası, feminist politik öznelerin bir kısmı, gelişen toplumsal devrimci süreç içerisinde, politik varlığını koruyarak devrimci tutum alabilir ve stratejik ittifaklar arasına yürüyebilir. Ancak sonuçta, kadın devriminin asli bir bileşeni olduğu toplumsal devrimin temel toplumsal kuvvetleri bakımından durum değişmez.
Bununla birlikte, toplumsal devrim ilk ve temel görevlerini yerine getirdikten sonra, yani sosyalizmde, toplumsal kuvvetlerin dizilimi ve politik öznelerin rolü de yeniden değişir. Sömürücü sınıflar tasfiye edilince ve kadın cinsin de kendi içerisinde, cinsine yabancılaşmış bir kadın kesimini de kapsayan sınıfsal farklılaşması değişince, bu ittifakları gerek bileşenleri gerekse ittifakın içeriği itibariyle yeniden düzenlemek gerekir.
Ezilen cinsin ezilen sınıfla ilişkisinin bu ikili karakteri, bu ittifak ve içindelik ilişkisi, bu, hem öncü toplumsal dinamiğin parçası olma, hem de başlıbaşına bir toplumsal dinamik olarak o dinamikle ittifak ilişkisi içinde olma hali, öncelikle komünist partide ifade bulur.
Ancak bu ikili karakter, kadın özgürlük sorununda emekçi sol saflarda tam bir “programsızlık” haline tekabül eden çizgiye denk düşer şekilde, gidip tekil kadın-bireyler olarak devrimci saflara katılmakla elbette açığa çıkmaz. Kadının kendi siyasi talepleri ve mücadele hattından, gerçek devrimci potansiyelini açığa çıkarabilmesi için, kendi kolektif varlığını örgütsel olarak güvencelemesi gerekir.
Toplumsal kuvvetler olarak bu ittifak-içindelik ilişkisinin poli- tik-özneler olarak karşılığı, bütün diğer mücadele ve örgütlenme araçlarından önce, komünist parti içinde partisel örgütlenme, komünist partinin yarısı olarak örgütlenme, komünist partinin içinde ve paralelinde, özerk biçimde örgütlenmede somut- lanmalıdır. Bunun elbette, politik mücadelenin başkaca örgütlenme araçları içerisine (dernekler, sendikalar, cepheler, eylem birlikleri vb.) de yayılması gerektiği gibi, toplumsal devrim sonrasında da devrimci iktidarın aygıtları içerisinde de benzer karşılıklar bulmalıdır. Ayrıca, kadınların kendi cins talepleri ekseninde yürüttükleri mücadeleler bir dizi bağımsız kadın kitle örgütlenmesini de açığa çıkarmış ve çıkaracaktır.
Kadın devriminde zorun rolü
Erkek egemen düzen, gerek daha önceki toplumsal formlarıyla, gerekse de sermaye düzeni içerisindeki biçimiyle bir toplumsal baskı düzenidir ve bütün toplumsal baskı düzenleri gibi, ancak silah zoruyla ayakta durabilir. Ancak toplumsal baskı düzenini yıkacak bir toplumsal devrim de, mutlaka bu silahlı zor karşısında kendi yolunu yine zor yoluyla açmak, egemenlerin zoruna zor araçlarıyla yanıt vermek zorundadır. Egemen sınıfı alaşağı etmek kadar, bu egemenlik ilişkisinin maddi temelleri tümüyle ortadan kaldırılıncaya dek yeni karşı devrimci girişimleri boşa çıkarmak için de bu zorunludur.
Kadın devrimi de, erkek egemen düzenin karşısına zora dayalı biçimleri de içeren bir mücadeleyle çıkmalıdır.
Burada da, kadın devriminin, sermaye düzenini ve sınıflı toplumla- rı alaşağı edecek bir toplumsal devrimin oluşturucu bir bileşeni olarak geliştirilecek olması gerçeği, tek tek kadınların toplumsal devrimin zor aygıtlarına katılmasının yeterli olduğu biçiminde genelleştirilemez.
Kadının, zor araçlarıyla, kendi cins özgürleşmesinin önünü açacak biçimde ilişkilenmesi için, birincisi, toplumsal devrim için mücadelenin bütününde başarıyı güvenceleme- nin etkin bir öznesi olması gerekir. Bu ilişki, yukarıda belirttiğimiz, te- kil-kadınlar olarak bir katılım bile olsa, toplumsal devrimin önünü açacağı için, nesnel olarak kadınların kurtuluşunu daha yakınlaştıran bir tutumdur. Ancak bu yetmez.Toplumsal devrim için mücadelenin bütününde, zor araçlarıyla ilişki bakımından da özneleşmesi olarak ta- riflediğimiz bu eylemi, kolektif bir kimlikle gerçekleştirmesi gerekir. Yani, bu araçlara dayalı mücadelelerde cinsinin örgütü, politikası ve görüş açısıyla yer almalıdır ki, hem bu mücadelelere sadece tekil-kadınlar olarak niceliğini değil bir toplumsal kuvvet olarak niteliğini katsın, hem de bu mücadelenin kazanımlarından cins olarak payını alsın. İkincisi ve belki de kadının zora dayalı mücadele biçimleriyle bugüne kadarki ilişkisinde en yetersiz kalan eksense, dolaysızca kadın eksenli politik sorunlarda da kadının kendi örgütlü zor araçlarını oluşturması ve işlevlendir- mesidir. Başka bir deyişle, cinsiyetçi yasalar, kadına yönelik şiddet, cinsel saldırı ve tecavüzün değişik biçimleri, ister erkek egemenliğinin toplumsal kurumlan (erkek egemen burjuva devlet ve bu çerçevedeki aygıtlar), isterse bu erkek egemen aygıtların uzantısı, erkek egemen düzenin si- vil-silahlı korucuları ve uygulayıcıları durumundaki tekil-erkekler tarafından gerçekleştirilmiş olsun, kadın özgürlük mücadelesinde zora dayalı biçimlerin de konusu olmalıdır.
Kadın önderleşmesi
Çifte sömürü karşısında çifte devrimciliğin doğal gereği, çifte örgütlenme ve çifte önderleşmedir.
Kadın önderleşmesi sorunu, özünde özetinde, kadın devriminin önderliğinin oluşması sorunudur. Ancak toplumsal devrimin ikili karakteri ve kadının bu devrimdeki ikili görevleri nedeniyle, kadın önderleşmesi veya kadın devriminin önderliğinin oluşması sorunu da, birbiriyle bağlantılı iki katmanda tartışılabilir.
Kadın cinsin toplumsal devrimde önderleşmesi ve kadın mücadelesinin önderliğinin oluşması.
Önderleşmenin ikili karakteri, “kadın mücadelelerinin önderliği” ve “toplumsal mücadelelerin kadın önderliği” biçiminde de formüle edilebilir. Kadın önderleşmesinin öncü/ önder örgütlerde de, öncü/önder kadınlarda da cisimleşmesi bu iki hattın bileşiminden oluşmalıdır.
Kadın önderleşmesinin kapsamı, kadın devriminin örgütsel-siyasi önderliğinin oluşması, devrimci analizinin ve programının oluşması ve buna tekabül eden ideolojik çerçevenin, hiç değilse kadın devriminin öz güçleri ve temel ittifak güçleri üzerinde egemen hale gelmesidir.
Demek ki kadın cinsi, bütün insanlığın özgürleşme mücadelesinde de önderleşmelidir, ki bu da, kadın özgürlük mücadelesinin kuvvetlerinin, bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların talep ve özlemlerini en ileri biçimde sahiplenmesini, toplumsal mücadelenin bütün gündemleriyle canlı bir politik ilişki kurmasını gerektirir.
Kadın cinsinin siyasi-örgütsel-i- deolojik önderliğinin ve önderlik araçlarının tarihsel olarak oluşmuş birikimi, çeşitli örgüt biçimlerini, kotadan eş temsiliyete dek çeşitli araçları, tek tek kadın önderlerin yaşam pratikleri ve katkılarını kapsar. Kadın önderleşmesinin güncel şe- killenişi bu kazanımları da içererek ilerleyecektir.
Kadın önderleşmesi, ancak kolektif bir özneleşme eylemi olarak ve kolektif cins bilinci temelinde gerçekleşebilir. Elbette bu önderleşme pratiği tek tek kişilerde de somutla- nacaktır. Kadın cinsi önderlerini ortaya çıkarmış ve çıkaracaktır.
Ancak bu, önderleşmenin kolektif niteliğini gölgelemez. Kadın cins olarak önderleşemezse birey olarak da kendi kimliği temelinde önderle- şemez ve üstelik de kendi toplumsal tabanına dayanmayan önderleşme pratikleri de yaygınlaşamaz. Tek tek kadınların önderleşme pratikleri, ka- dın-bireylerin tekil eylemleri olarak geliştiğinde dahi kuşkusuz bütün kadınlar adına kazanılmış mevziler- dir ama bu biçime dayalı bir kadın önderleşmesi, esasen “sistem içinde iyi yerlere gelerek sistemi değiştirme çabasına” benzer tarzda, jsüreklilik- ten ve sistemlilikten yoksundur.
Kadın önderleşmesi, her önder- leşme pratiği gibi, önderlik etme iddiasında olduğu mücadeleyi geliştirir. Birey-önderler de, örgüt-önder- ler de, kendi gelişimlerini devrimci biçimde yönetmekle beraber, dikkatlerini, önderleşmek için kendilerini geliştirmeye değil, önderleşmek için kadın örgütlenmesini, kadın özgürlük mücadelesini ve politikasını geliştirmeye odaklamalıdır.
Kadın önderleşmesi, kadınlar adına kazanılmış mevzilerin sahiplenilip savunulmasını içerir. Bu nedenle, kadın önderleşmesi pratiğine katılımın bir boyutu da, kendi önderlik pratiklerine (ister birey, ister örgüt, ister belirli bir kesim/grup pratiğiyle gerçekleşmiş olsun) sahip çıkma, politik olarak savunma eyleminde somutlaşmalıdır.
Reformlar mücadelesi ve politik kitle hareketi
Kadın devrimi, toplumsal devrimin yarısı olarak, bugünkü mücadele içerisinde, politik bir kadın kitle hareketi olarak tariflenmek, örgüt-politika bütünlüğüne ve sürekliliğine kavuşmak zorundadır.
Kadınların toplumsal mücadelenin değişik gündemlerine seferber edilmesi, kadınların kendi cinsel talepleri ve gündemleri temelinde mücadeleye seferber edilmesi ve toplumsal devrimin dinamiklerinin, toplumun ilerici kuvvetlerinin de, cinsel gündemler ekseninde toplumsal yüzleşmeye ve siyasi mücadeleye seferber edilmesini kapsar bu politik süreklilik.
Erkek egemenliğine karşı mücadelenin devrim sonrasına veya belirsiz bir geleceğe ertelenmesi, günlük siyaset ekseninden kopuk bir kadın özgürlüğü kavrayışı içerisinde ne tek tek kadınların cins bilinci, ne kadınların kolektif kimliği ve toplumsal eylemi gelişebilir.
Politik kadın kitle hareketi, devriminin ikili karakterinden dolayı, mutlaka iki eksende gelişmelidir. Kadınların toplumsal mücadelelerin bütününe, bir toplumsal kuvvet olarak, cins olarak, kolektif katılımının (ve birey-kadınlar olarak tek tek gelişen kitlesel bir katılımın değil) yükseltilmesi. Ve kadınların cins olarak yaşadıkları baskı ve ezilmenin değişik yansımalarına karşı mücadelesi ve bu mücadelenin de toplumun mücadeleci dinamiklerinin bütününe doğru yayılması.
Kadın özgürlüğünün çok değişik konu ve sorunları, her günkü mücadelenin gündemi olmalıdır. Kadınların değişik ekonomik, siyasal ve toplumsal haklarını elde etmek üzere verdikleri reformlar için mücadelelerin devrimci programa bağlanması, devrimci programınsa reformlar için mücadeleler de dahil olmak üzere süreklileşmiş biçimde günlük politik mücadelede, politik taktiklerde somutlaşması gerekir.
Reformlar için verilen bu mücadeleler her şeyden önce kadınların bu mücadeleler içinde eğitilmesini, kolektif bilinç, birlikte hareket yeteneği kazanmasını ve siyasal mücadele deneyimleri biriktirmesini sağlar. Dahası, reformların elde edilmesi kadınların örgütlenmesi ve siyasallaşması için, toplumsal yaşama ve mücadeleye katılması için daha elverişli siyasal koşullar doğurur. Erkek egemenliğinin fiili geriletilmesi, tek tek reformlar için verilen mücadeleler yoluyla erkek egemenliğinin hukuki, siyasal, ideolojik mevziler kaybetmesi, meşruluk yitirmesi, alanının daraltılması, sonuçta kadınların toplumsal mücadele özneleşmesinin önünü açar.
Kadın kitleleri ancak bu mücadeleler içerisinde kendi öncüleriyle buluşabilir, kadın özgürlük mücadelesi kendi önderliğini ortaya çıkarabilir .
