KADINLARA AÇILAN SAVAŞTA BİR MEVZİ: İSTANBUL SÖZLEŞMESİ / Zarife Çet

AKP kadına yönelik, şiddet, taciz, tecavüz ve erkek egemen politikanın
savunulması için değil demokratik mücadelenin yenilgisi için de İstanbul Sözleşmesi’ne saldırıyor. Bu
nedenle AKP faşizminin karşısında devrimci-demokratik mücadeleyi büyütmenin yolu bu mevziyi
savunmaktan geçiyor.
Son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi, sadece bir sözleşme olmaktan çıkıp, kadınlarla erkek egemen
iktidarlar arasında bir savaşa dönüştü. Politik İslamcı saray rejiminin sokaktan geri çekilmeyen
kadınların kazanılmış haklarını elinden alma saldırısı İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme söylemlerinde
vücut buldu. Bu söylemler kadın, çocuk ve LGBTİ+ düşmanlığının, simgesi haline geldi. AKP- MHP
faşist bloku ile kimi tarikat ve cemaatler sözleşmenin aileyi yıktığı, farklı cinsel yönelimleri
meşrulaştırdığını söyleyerek sözleşmeden çekilmek için meşruiyet alanları oluşturmaya çalışsa da,
kadın hareketi birleşik mücadelesini ve kadın direnişini sürdürdü. İstanbul Sözleşmesi’nin
kaldırılmasına yönelik saldırılarla beraber kadınlar yeniden sokağa döküldü. Cins öfkesi isyana
dönüştü.
AKP, bugün sol-sosyalist mücadeleyi bastırmanın temel yolunu kadın hareketinin direnişini kırmakta
görüyor. Bu nedenle sadece kadına yönelik, şiddet, taciz, tecavüz ve erkek egemen politikanın
savunulması için değil demokratik mücadelenin yenilgisi için de İstanbul Sözleşmesi’ne saldırıyor. Bu
nedenle AKP faşizminin karşısında devrimci-demokratik mücadeleyi büyütmenin yolu bu mevziyi
savunmaktan geçiyor.
Sözleşmenin Yazılma Süreci
İstanbul Sözleşmesi’nin yazılma sürecine bakmak için öncelikle 2002’de AİHM tarafından verilen
Nahide Opuz kararına bakmak gerekir. Nahide Opuz, evli olduğu erkek tarafından uğradığı şiddeti
defalarca şikayet etmesine rağmen gerekli önlemler alınmaz ve annesi bu erkek tarafından öldürüldü.
Opuz’un, AİHM’e açtığı dava sonucunda mahkeme oy birliğiyle ihlal kararı vererek Türkiye’yi kadına
yönelik şiddeti önlemediği için mahkum etti. Bu bir ilkti. Bu karar o yıllarda farklı toplumsal
kesimlerin desteğini kazanmak ve Avrupa Birliğine girmek isteyen AKP açısından utanç vericiydi. Bu
karar Türkiye’yi kadına yönelik şiddet konusunda yasal düzenleme yapmaya ve İstanbul Sözleşmesi’ne
taraf olmaya iten ilk aşamasıydı.
Bu arada kadın düşmanlığında uluslararası alanda oluşan olumsuz imajını değiştirmeye çalışan AKP,
bir dizi göstermelik karar aldı. 2006’da Erdoğan imzasıyla; kadın erkek arasındaki ekonomik
eşitsizlikleri ortadan kaldıracak tedbirlerin alınmasını, Diyanet işlerinin kadına yönelik şiddetin
önlemesi konusunda hutbe ve vaaz vermesini de içeren 2006/17 Sayılı Başbakanlık Genelgesi
yayınlandı.
2006-2008 yıllarında İstanbul Sözleşmesini kaleme almak üzere içerisinde Türkiye’den Prof Dr. Feride
Acar’ın da olduğu 8 uluslararası uzmanın görev aldığı bir ekip oluşturuldu. İktidara geldiği dönemde
"demokrasi," ,"değişim" söylemini şiar edinerek toplumun farklı kesimlerinden destek almaya çalışan AKP bu döneme kadar kadınların toplumsal yaşama katılması için göstermelikte olsa çeşitli
düzenlemeler yapmak zorunda kaldı. 2007 yılından itibaren ılımlı politikalardan vazgeçmeye başlayan,
kadını aile içinde tanımlayan söylemlerini, yasal düzenlemeleri yoğunlaştırdı. Kadın haklarında “mış
gibi” yaptıkları dönem kapanmıştı.
İstanbul Sözleşmesi’nin İmzalanması
İstanbul Sözleşmesi’nin tam adı ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla
Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da yapılan Avrupa
Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açıldığı için İstanbul sözleşmesi adını aldı. Türkiye, 11

Mayıs’ta sözleşmeyi ilk imzalayan ve 24 Kasım 2011’de TBMM’de onaylayan ilk ülke oldu. 13 devletin
imzalamasıyla yeter sayısına ulaştıktan sonra 2014’te yürürlüğe girdi.
Sözleşme kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı
nitelikte ilk uluslararası düzenlemedir. Kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ve
kadının erkek karşısındaki eşitsiz sosyal mekanizmalara dayandığını tarif eder. Sözleşmeyi imzalayan
devletlere kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılması, kadınlarla erkekler arasında
önemli ölçüde eşitliğin yaygınlaştırması, şiddete uğrayanları koruyacak ve destekleyecek politika ve
tedbirleri tasarlama yükümlülüğü getiriyor. Ancak erkek devletin bütün kurumları kadına yönelik
şiddeti meşrulaştırmak ve kadın katillerini cezasızlıkla ödüllendirmek üzerine kurulmuştur. Bütün
politikaları kadını aile içerisinde zor yoluyla sindirmek ve toplumda makbul kadın olarak yer almayı
kabul etmesini sağlamak üzerinedir. Bu sözleşme, erkek egemen faşist sistemin her alanda kadın
düşmanı politikalarının görünür olmasını sağlamakta ve kadına yönelik işlediği suçları teşhir
etmektedir.
6284 sayılı kanun, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının ardından sözleşmenin gereklerini
karşılamak için çıkarılmıştı. Kanun sözleşmeyle uyumlu gibi görünse de bazı önemli farkları vardır.
6284 sayılı kanunda sözleşmenin aksine aile merkeze alınmıştır. Ayrıca şiddete maruz bırakılanlar
arasında din, dil, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim gibi hiçbir ayrım yapılmaksızın hükümlerin
uygulanmasını vurgulanmış olsa bile sözleşmenin ruhundan uzaklaşılarak ezilen grupların eşitsiz
konumu dikkate alınmamıştır. Bu farklılık, kanunun sıkça şiddetin ve zararlarının artmasına yol açacak
şekilde uygulanmasına yol açmaktadır.
Tarafların sözleşme kapsamında vermiş olduğu taahhütler, bağımsız uzmanlar grubu (GREVIO)
tarafından izlenmektedir. GREVİO, hazırladığı raporda kadına yönelik şiddetin önlenmesinde
Türkiye'yi başarısız ve yetersiz görerek endişelerini bildirmiş ve AKP-MHP faşist iktidarı uluslararası
alanda kadına karşı işlediği suçlarda teşhir olmuştur.
Sözleşmeden Çıkmak İçin Ortaya Atılan Argümanları
Sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle birlikte cemaatler ve tarikatlar sözleşmeden çıkılması için çeşitli
kampanyalar başlattı. Hepsinin ortak argümanı sözleşmenin aile yapısını bozduğu ve cinsel yönelimi
meşrulaştırdığı idi.
Kadına yönelik şiddete dair geniş bir tanımlama yapan sözleşmenin 3. Maddesi’ne, “Şiddetin tanımını
ucu açık bırakıyor, toplumsal rolleri değersizleştiriyor” denilerek karşı çıkılıyor. Erkek egemen iktidar
kadın düşmanı politikalarını evdeki erkek üzerinden gerçekleştirirken cinsiyetçi rol dağılımına rıza
üretemediği her durumda kadının karşısında sopa ile dikiliyor.
4. maddede “Sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka
görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim,
cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya
başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın taraflarca uygulanması güvence altına
alınmıştır” denilmektedir. Cinsel yönelim bir insan hakkı olarak anayasada koruma altında olsa da
cinsel yönelimi tanımlayarak LGBTİ+ haklarının görünür kılınması sözleşmeden çıkmaya gerekçe
yapılıyor. Çünkü özel mülkiyet, soyun üretimini heteroseksist aile üzerinden denetim altına alan erkek
egemen sistem ve işbirlikçi iktidarları gibi AKP’de LGBTİ+’ların varlığının aileyi, toplumsal cinsiyete
dayalı işbölümünü çözücü bir role sahip olduğunu görüyor. Artan nefret cinayetlerine karşı cezasızlık,
LGBTİ+ yürüyüşlerinin engellenmesi, nefret söylemlerinin sistematik olarak devlet yetkilileri ağzından
örgütlenmesi ve AKP’nin transfobi ve homofobiyi meşrulaştıran politikalarının örgütlü bir biçimde
hayata geçirdiğini gösteriyor.

12. ve 42. maddede yer alan “Kültür, örf, adet, sözde ‘namus’ kapsamındaki herhangi bir şiddet
eylemini için mazeret oluşturmamasını sağlar” kısmı ise sözleşmenin en çok itiraz edilen bölümlerden.
Çünkü sözleşmeden çıkılmasını savunanlar, tam da toplumsal yaşam içindeki bu yargılarla işledikleri
cinayetlere meşruiyet alanı yaratmaya çalışıyor. Kadın cinayetlerinin çoğu namus, töre, aşk gibi
gerekçelerin arkasına sığınılarak işleniliyor. Bu maddeler, erkek yargının bu bahanelerin arkasına
sığınarak ceza indirimi uygulamasının önünde engel oluşturuyor. Kadınlar üzerinde namus, din ve
gelenek üzerinden kurduğu hâkimiyetlerinin sarsılmasının telaşını yaşıyorlar.
Zorla evlendirmeyi yasaklayan 32. Maddede, çocuk istismarcılarını affederek istismarı
meşrulaştırmaya çalışan faşist şeflik rejiminin, çocuk düşmanı politikalarına uymadığı için itiraz edilen
maddelerden biri. Bu kapsamda “kadın” tanımının 18 yaş altını kapsayacak (3. Madde) şeklinde
tanımlamasından da oldukça rahatsızlar. Evlilik yaşının yükselmesinin karşısında çocuk yaşta evlilikler
ile çözülmeye başlayan aileyi kurtarmayı planlıyorlar.
Saray; “Evli olup olmadığına bakmaksızın” denilerek kadının ‘kutsal’ evlilik bağına ile tanımlanmasını
geçersiz kılan 36, 46 ve 59. Maddelere karşı itirazını “zina meşrulaştırılıyor” söylemleri ile
meşrulaştırmaya çalışıyor. Çünkü bu madde sarayın kadını aile içinde tanımlayarak denetim altına
alma politikalarını dinamitliyor. Devlete evlilik dışı ilişkilerde kadının korunması ile ilgili sorumluluk
yüklerken Şule Çet, İper Er, Pınar Gültekin gibi birçok kadın cinayetinde devletin sorumluluğu
olduğunun altını çiziyor. Erkek yargının ve katilleri aklayanların elinde silaha dönüşen “O saate orada
ne işi varmış”, “Zaten sevgilisi varmış”, “Bakire değilmiş” gibi birçok bahaneyi de elinden alıyor.
Sözleşme 48. madde ile arabuluculuğu ve boşanmaların zorlaştırılmasını engelliyor. AKP’nin aileyi
korumak ve kadını aile içinde tutmak için kurduğu “Arabuluculuk merkezi” veya “Bir defa da aile
danışmanına sor” gibi iktidar uygulamalara itiraz ederken “Kocandır döver de sever de”, “Kocandır
idare et” diyen devlet mekanizmalarını boşa düşürüyor.
Üstelik tüm bu karalama propagandası ve yalan argümanlar sadece faşist şeflik rejimi tarafından değil
Polonya gibi kadın düşmanı ülkeler tarafından da kullanılıyor. Türkiye’de sözleşme aleyhtarı bildiri
dağıtan cemaatler gibi Polonya’da da Ordo Luis adındaki kadın düşmanı dinci örgüt sözleşmeden geri
çekilinmesi için imza topluyor. LGBTİ+ hakları krimilaze ediliyor ve ev içi şiddeti yasallaştırmaya
çalışıyorlar. Tüm bu söylemlerin ve politikaların erkek egemen sistemi korumak için olduğu her bir
sözlerinde bir kez daha somutlaşıyor.
AKP Neden Yıllar Sonra Sözleşmeye Saldırıyor?
Saray faşizmi rejim krizini aşmanın ve toplumu politik İslamcı temelde yeniden inşa etmenin yolunu,
kadın hareketi başta olmak üzere devrimci demokratik mücadeleyi bastırmakta görüyor. Devrimci,
demokrat ve yurtseverlerin baskı, gözaltı ve tutuklama saldırısı ile susturulmaya çalışılması, bekçi-
polis-jandarma aracılığı ile üniformalı şiddetinin toplumda korku atmosferini körüklemesi için
kışkırtılması, Kürt halkının sömürgeci politikalarla kolektif haklarının elinden alınması ve kadınlara
‘kutsal aile ve ev’ sınırlarının dayatılması bu çözümsüzlüğün sonucudur. Patlayan bombalar, kayyum
saldırısı, kadın siyasetçiler başta olmak üzere siyasi soykırım operasyonları, OHAL KHK’ları ile tek
adam diktatörlüğünün inşası, dini vakıf ve cemaatlerle toplumsal çürümenin ayyuka çıkartılması,
kontra saldırıların bizzat saray tarafından örgütlenmesi; devrimci demokratik mücadelenin kimi
öznelerini zaman zaman sokaktan geri çekti. Ancak her türlü faşist baskıya rağmen sokağı da direnişi
de bırakmayan ve geri adım atmayan tek güç kadın hareketi oldu.
Aile, kadının görünmeyen emeğinin gasp edilmesi ile erkek egemen kapitalist düzenin ayakta
kalmasını sağlayan en önemli kurumlardan biridir. İstanbul sözleşmesi ise kadına yönelik şiddetin en
sık yaşandığı yerin aile olduğunun altını çizerek kadın emeğini, bedenini ve cinselliğini denetim altına alan erkek egemenliğini temelden sarsıyor. Kadınların geleneksel aile yapısının cenderesine girmeyi,
şiddet ve emek sömürüsüne rağmen bu cenderede kalmayı kabul etmemesine karşı faşist şef,
“aileerkil bir toplumuz” diyerek şef tipi aile modelini kadınlara dayatıyor. Özcesi sözleşmeyi toplumsal
kutuplaşmanın aracı ve beka sorununa dönüştüren AKP, iktidarını devam ettirmenin yegâne kurumu
olan ailenin aşınmakta olduğunun farkında.
İstanbul Sözleşmesi: Kadınlar İçin Sadece Bir Sözleşme Değil
Kadınlar artık kendilerine biçilen rolleri kabul etmiyor, kaderine razı olmuyor. Sarsılan erkek
hegamonyası ise iktidarını sürdürmek için zor araçları ile kadınları itaat etmeye zorluyor. Toplumsal
üretimde yer alan kadınlar cinsiyetçi iş bölümünü normalleştiren yapının devlet politikası olduğunu
görüyor. Cinsiyet eşitsizliği doğal olmaktan çıkarak özel alan politikleşiyor. İktidarın cezasızlık
politikaları karşısında cins öfkesi artarken kadınların büyüyen öfkesi barikatı yıkan kadınların
eyleminde somutlaşıyor. Erkek şiddetinin cezasızlıkla ödüllendirilmesine karşı özsavunma uygulayan
kadınlar artıyor. Cins bilincinin gelişmesi ile birlikte kadınlar ailenin erkek egemenliğini sürdürmenin
yegâne aracı olduğunun farkına varıyor. Bu farkındalık erkek egemen sisteme göre düzenlenmiş olan
yargı, eğitim, sağlık, basın, zor aygıtları olmak üzere birçok alanda iktidarları yeniden düzenleme
yapmaya zorluyor.
Heteroseksizme karşı mücadele erkek egemenliğine, onun kurumsallaşmış tüm yapılarına ve bu
yapıların sistematikliğinin bugünkü ifadesi kapitalizme karşı mücadeleyi zorunlu kılar. (1) Kadınlar,
LGBTİ+lar İstanbul sözleşmesi ve esasında erkek devlet şiddetine karşı saflaştırıyor. Sözleşmeye sahip
çıkmak en geniş kadın kitlelerinde cins aydınlanmasına dönüşüyor.
Pandemi ile başlayan kampanya süreci İstanbul Sözleşmesi ile daha geniş kesimlerden kadınları bir
araya getirdi. Kampanya hazırlıkları içerisinde bilbordlar, bildiri, duvar gazetesi, stecker, ‘İstanbul
Sözleşmesi’ni Uygula’ maskeleri gibi zengin materyaller kullanıldı. Kadın hareketi uzun zamandır kent
merkezlerine hapsolan eylem biçimini ilçe merkezlerine taşıdı. Birçok ilçede, mahallede İstanbul
Sözleşmesi kadınlara anlatıldı. Sözleşme için açılan imza kampanyasında 600 bin imzanın meclise
verilmesinden emekçi mahallelerde forumlar, paneller’ kadar bir dizi etkinlik yapıldı. Emekçi kadınlar
bu sözleşmeden kaynaklı haklarını daha iyi kavradı.
AKP MYK’sında İstanbul Sözleşmesi’nin görüşüleceği 5 Ağustos günü eşzamanlı eylemler, forumlar
örgütlendi. İzmir’de, Ankara’da kadınların eylemleri engellenirken polisle karşı karşıya gelen kadınlar,
kararlılıkla ellerindeki her şeyi silaha dönüştürerek mücadele edeceklerini gösterdi. Sözleşmeden
çıkma görüşmelerinin yapılacağı günlerde buna karşı mücadele yöntemlerini tartışan kadın örgütleri
ve feministler arasında çeşitli ayrışmalar yaşandı. Sözleşmeden çıkılması halinde devlet binalarına
yürümekten işgale eylemine kadar çeşitli eylem biçimlerini tartışan kadınlar ortaklaşamadı. Bu
ayrışmalar birleşik kadın hareketinin sınırlarını göstermesi bakımdan önemliydi. Kadın hareketinin
sınırları ile kitle öfkesi arasında bir açı farkı oluştu.
Nitekim AKP, sözleşmeyi görüşeceği MYK toplantısını iptal etmek zorunda kaldı. 13 Ağustos’ta yaptığı
MYK toplantısı sonrası yapılan açıklama yuvarlak laflarla geçiştirilerek “sözleşmeden çıkıcaz da
yollarını arıyoruz” der gibiydi. Kadınların sokağı tutmasıyla ilk dalgayı savuşturmuş olsak da saldırı
dalgaları gelmeye devam edecektir. Her savaşta taktik çekilmeler olabilir ancak bu çekilmenin daha
büyük muharebelerde güç toplamak için olduğunu unutmadan yürünmeli. AKP İstanbul
Sözleşmesi’nde çekilme yollarını aramaktan vazgeçmeyecektir; çünkü bu sözleşme artık erkek
egemen iktidarın bekasını tehdit etmektedir. KADEM, HAZAR gibi iktidara yakın kadın örgütlerinin de
İstanbul Sözleşmesi etrafında pozisyon alması sözleşmenin toplumsal saflaşmadaki etki alanını
gösteriyor. Artık sözleşmeden çıkmayı savunmak kadın erkek eşitsizliğini, kadına yönelik şiddeti savunmak haline geldi. Bu çelişkiyi büyütmek çatlağı buradan derinleştirmek devrim stratejimizin
önemli parçalarında biridir.
Tehlike savuşturduk rehavetine kapılmadan birleşik mücadele zeminini güçlendirmek en önemli
görevlerimizden biridir. Bir sınıra dayanan kadın hareketi hangi yöntemlerle yoluna devam edecek ve
sosyalist kadınların hareket biçiminin ne olacağı her zamankinden daha büyük önem taşıyor. Çünkü
bugün sosyalist kadınların hareket biçimi, en geniş kadın kitlelerine hareket biçimi kazandıracaktır.
Ne Yapmalıyız?
İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması ile kadına yönelik şiddetin bitmeyeceğini elbette biliyoruz. Ancak
bugün İstanbul Sözleşmesi’ne karşı mücadele etmek demek faşizme karşı mücadele etmek demektir.
Bu gerçeklik komünist kadınların mücadele alanını genişletmektedir.
Devrim programımızın dolaylı yedeklerini oluşturan iktidar cephesindeki iç çelişkileri bu kadar
derinleştiren başka bir gündem olmamıştı. Bu çelişkiyi derinleştirmek kadın devrimi için staratejik
önem taşıyor. Bu stratejinin bir başka önemli dinamiği de LGBTİ+ hareketidir. LGBTİ+ hareketi de
doğrudan iktidar içerisindeki erkek egemen yapının maddi yapısını ve aile ilişkilerini çözücü role
sahiptir. Erkek egemenliğinin cinsiyetçilik, emek sömürüsü üzerinden kendini var edişini sorgulama
düzeyine sahiptir. Kadın ve LGBTİ+ hareketinin ittifak ilişkisi de buradan kurulur. İktidarın saldırıları da
hareketin bu role sahip olmasındandır. Sosyalist kadınlar devrim programlarının müttefikleri olan
LGBTİ+ lar ile birlikte mücadele hattını oluşturmalı ve bu hareketlerle buluşmak zorundadır.
Kadın özgürlük mücadelesi fiili meşru mücadele biçimlerini kullanmalı, harekete geçen kadın
kitlelerine ulaşmalı, özsavunma biçimlerinin meşruluğu zeminini kadın devrimi çıkarına kullanmalıdır.
Sonuç almamızın tek yolunun meydanda çarpışmak, kıran kırana mücadele olduğunu bilerek kadın
kitlelerine gitmeliyiz. Artık kadınlara hakları için bir araya gelmek yetmiyor. Haklarımıza sahip
çıkmanın yolu faşizmi hedeflemekten geçiyor. Örgütlenen eylemlerde yürüyüşe geçen, polisle karşı
karşıya geldiğinde saldırıya geçen, barikata yüklenen kadın kitlelerine öncülük edecek kuvvetlerin
barikatı yıkması ihtiyacı açığa çıkıyor. Son süreçte kadın hareketindeki sürtünme de bu ihtiyaca cevap
olacak yöntemlerdeki ayrılıktan ileri geliyor.
Faşizmin kurumlaştığı böylesi bir dönemde sözleşmeden çekilmese bile fiili olarak uygulanmayacağını
görmek ve buna göre hareket planı hazırlamak ve propagandasını yapmak zorundayız. Barikatı
yıkmaya hazır kitlenin yönünü başka tarafa çevirerek yönümüzü kaybedeceğimizi göstermek
zorundayız.
Kadın kitlelerine hücum etmeyi şiar edinmeliyiz. İstanbul sözleşmesi imza kampanyası üzerinden imza
zincirleri oluşturmalı kadın kitlelerini mücadeleye davet etmeliyiz. İlişki kurduğumuz kadınlardan imza
toplama, İstanbul sözleşmesi bilgilendirme grupları, yerellere doğru genişleyen kadın inisiyatifleri, öz
savunma atölyeleri, materyal grupları kurarak kadın kitlelerine hücum gerçekleştirmeliyiz.
1) Marksist Teori dergisi 39. Sayı/ Özel Mülkiyet, Heteroseksist Egemenlik Ve Toplumsal Cinsiyet

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir