Birlikte yarattığımız değerleri, kazanımları, deneyimleri; çekinmeden kadın kitlelerine mal edebilmeliyiz. Aksi durumda bu tartışmalar bizi geriye dönük eylem, etkinlik ve kazanım tescillemeye götürür ki bu hiçbir kadına bir şey kazandırmaz…
Pandemi nedeniyle tüm dünyada kadına yönelik şiddetin arttığı, ev içi emek sömürüsünün özel bir
şiddet biçimine dönüştüğü, kadın düşmanlığının kadın özgürlük mücadelesinin tarihsel kazanımlarının
gasp edilmeye çalışıldığı, yani pandeminin özel olarak kadına yönelik savaş haline getirildiği bir
süreçte, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nü geride bıraktık. Türkiye ve Kuzey
Kürdistan bakımından, kadın cinsinin öfkesini ve kadın hareketinin niteliğini açığa çıkaran bu süreç,
aynı zamanda AKP-MHP faşist ittifakının kadın özgürlük mücadelesi karşısındaki pozisyonuna dair de
önemli veriler sundu. Son yıllarda değişik aşamalarda karşı karşıya gelen bu iki kuvvet-kadın hareketi
ve erkek devletin temsilcileri- arasındaki çarpışmanın bu etabını kadınların kazandığı da anlaşılmış
oldu. Kuşkusuz bu henüz tamamen kazandığımız anlamına gelmiyor. Henüz yürünecek çok yol var
ama en azından moral-motivasyon üstünlüğü şimdilik biz kadınlarda. Her yenilgi gibi her kazanım da
taraflara gelişkin ve eksik yönleri ile ilgili ipucu verir. Ortaya çıkan sonuçtan kim doğru dersleri
çıkarırsa, bir sonraki çarpışmaya o kadar güçlü hazırlanmış olur.
Kadınlar Her Yerde Sokakta
Salgın nedeniyle mart ayından bu yana yoğun olarak hem devletin değişik aygıtları hem de emekçi solun özneleri tarafından “evde kal” çağrıları yapıldı. Erkek akıl tarafından salgından korunmanın
bireysel önlem alma hali olan ‘evde kalma’nın, kadınların hayatını nasıl etkilediği hiç hesaba
katılmadı. Erkek şiddetinin her türlü biçimi, neredeyse her evde farklı düzeylerde yaşandı. Kadına
yönelik şiddetin ve ev içi emek sömürüsünün işçi ve emekçi her kesimden kadının hayatını tehdit
ettiği ve erkek şiddeti karşısında tüm başvuru mekanizmalarının önünü kapatan erkek-devlet aklının
kadın lehine olmadığı bir kez daha somut olarak ortaya çıktı. Bu tablonun kadın cinsinin bilincine ve
pratiğine; yan yana gelme ve erkek şiddetine birlikte ses çıkarma biçiminde yansıdığını söyleyebiliriz.
Birçok kentte kadınlar, 25 Kasım’da aynı öfke ile erkek şiddetine karşı eylemdeydi. İstanbul’dan
Amed’e, Batman’dan Aksaray’a, Çanakkale’den Bingöl’e birçok ilde, 25 Kasım eylem ve etkinlikleri
yapıldı. Salgın nedeniyle kitlesel olmasa bile bu eylem ve etkinliklerin yaygınlığı dikkat çekiciydi.
Geçmiş yıllara oranla daha fazla ilde sokağa çıkan kadınlar, kadına yönelik şiddetle mücadelenin
alanına da vurgu yapmış oldu. Özellikle Aksaray, Bingöl, Denizli gibi kentlerin uzun yıllardan sonra ilk
kez sokakta, 25 Kasım eylemi yapması ise kadın hareketinin toplam cesaret ve kararlılığının tek tek
kentlere ve kadınlara yansımasını gösterdi.
Pandemi koşullarına rağmen sokakta mücadele etmenin yollarını bulan dünya kadın hareketinin ve
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da ise sosyalist kadın hareketinin öncü çıkışının kadın kitlelerinin
cesaretini tetikleyen bir yan olduğunu ortaya koymalıyız. Kadın hareketinin, OHAL gibi devlet
yasaklarının açık biçimine dair sokak ısrarı, pandemi koşullarında belirsizliğin ve toplumsal sağlık
kaygısının öne çıktığı bir süreçte bocalama ile karşı karşıya kalmıştı. Ancak, salgının yarattığı riski
gören ama kadın özgürlük mücadelesinin sokak dışında büyüme şansının olmadığını da gören
sosyalist kadınların öncü çıkışı, 25 Kasım’ın yaygın ve sokakta geçmesine küçük ama iradi
müdahalenin adı oldu.
Yeniden Açığa Çıkan Bilinç: Erkek- Devlet İşbirliğine Öfke
İstanbul Sözleşmesi’nin açığa çıkardığı öfke, sözleşmeye sahip çıkma kararlılığı, salgının kadın düşmanlığına zemin olarak kullanılması, kadın cinayetlerindeki adalet arayışı vb. kadınların alandaki öfkesine, sloganına yansıdı. “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz”, “Erkeklik koronadan daha
tehlikeli”, “Kadın/feminist isyandayız” dövizlerine öfkeli olma hali, susmama kararlılığı ve yan yana
olmanın hayati gerçekliği damga vurdu.
Kadın özgürlük mücadelesinin değişik özneleri bakımından bireysel erkek şiddetinin erkek egemen
sistem ve onun örgütlü yapısı olan devletle işbirliği, su götürmez bir gerçek. Teorik ve politik olarak
ortaklaşılan bu doğru, uzun bir süre- 90’lı yıllardaki devletin politik kadınlara dönük cinsel işkencesine
karşı mücadele ve devlete geri adım attırılarak, gözaltında cinsel işkencenin azalması- sonra güncel
politikada öne çıkarılmadı. Kuşkusuz bunun devletin kadın düşmanı politikalarını doğrudan hayata
geçirmek yerine işbirlikçisi erkekleri kullanma yönündeki manevrası ve AB uyum süreci ile birlikte
göstermelikte olsa yasal düzenleme yapmaya başlaması gibi güncel nedenleri de vardı. Ancak sebep
ne olursa olsun erkek şiddetinin bireysel haline yönelik öfke ve erkek yargının –devletin erkek yapısı
ile bağından ayrıştırılarak- verdiği kadın düşmanı kararlara öfke kadın kitlelerinin bilincini
şekillendirdi. Dolayısıyla bu 25 Kasım’da erkek-devlet şiddeti vurgusunun öne çıkması, korona ile
erkek egemenliğinin arasında tehlikenin şiddeti bakımından öncelik belirlemesi yapılması, Musa
Orhan, Şirin Ünal, Zeynel Abarakov, Ümitcan Uygun gibi katil ve şüphelilerin doğrudan devlet erkanı
tarafından korunmasına dair öfke daha belirgindi. Özsavunmanın meşruluğu, devletin katilleri-
tecavüzcüleri koruyan politikaları, kadın dayanışmasının önemi vb. soyut belirleme olmaktan çıkıp
dövizlerde, sloganlarda, polis barikatı önündeki ajitasyon konuşmalarında ve sokağa çıkma
sorumluluğu hisseden her bir kadının öfkesinde ve iradesinde somut pratiğe dönüştü. Bu kadın
kitlelerinin bilincindeki gelişen düzeyi ve erkek egemen sistemin azgın politikalarının yönünü ortaya
çıkarması bakımından oldukça önemli bir durum.
AKP Faşizmine Geri Adım Attıran Kadın İradesi
Politik İslamcı saray rejimi ile kadınlar arasındaki irade savaşı, geride bıraktığımız 4 yılda değişik birçok gündem etrafında çarpışmaya sahne oldu. AKP, sindiremediği kadınlara her defasında bir başka hamle ile saldırdı. Kadın hareketinin öncü öznelerini gözaltı ve tutuklama saldırısı ile sindirme, kadın
kurumlarını kapatarak kadınları örgütsüz bırakma, erkek şiddetine azgın bir meşruluk ve cezasızlık
alanı açarak kadınlara gözdağı verme gibi birçok hamle denedi. Ama her defasında o ya da bu
düzeyde kadın hareketinin gücüne çarptı. Son olarak ise salgında sokakların boş kalmasının verdiği
özgüven ile İstanbul Sözleşmesi özelinde kadınların kazanımlarına göz dikti. Bu çarpışmanın çapını
genişleterek yani toplumsal bir kutuplaştırmanın aracına dönüştürerek kendi elini kuvvetlendirmek ve
bu defa kazanan olmak istedi. Ama saraydaki hesap sokağa uymadı. Kadınların gücü ile geri adım atan
AKP, üst perdeden saldırdığı sözlerini; “Kendi sözleşmemiz neden olmasın” sınırına geriletmek
zorunda kaldı. 25 Kasım’da ise hem bu sürecin yarattığı moral ve motivasyon kaybı hem de kadın
hareketi ile girdiği 25 Kasım ve 8 Mart gibi takvimsel günlerdeki her çarpışmayı kaybetmiş olmasının
tarihsel hafızası ile bu defa başka bir politik hat denedi. Meclis kürsüsünden, 25 Kasım’a dair konuşma
yapmak zorunda kalan ve dervişin fikri neyse zikri de odur dedirten “Kadınlara karşı mücadele
ediyoruz” diyen Erdoğan, teşhir olan erkek-devlet şiddetinin imajını sokakta stant açarak düzeltmeye
çalışan polis, kadınlara yasakları hatırlatıp parmak sallamak yerine erkeklere seslenen ve “ayıp yahu”
demekle yetinen Süleyman Soylu’nun ki trajikomik sonuçlar ortaya çıktı. Çünkü AKP, kaybedeceği açık
bir çarpışma yerine kadın düşmanı rolünü silikleştireceği yeni bir çarpışma alanı yaratmak istiyor.
Kadın Hareketi Tablonun Neresinde
Ortaya çıkan bu tablo kuşkusuz yıllara dayanan ve kadın hareketinin her bir öznesinin inatla,
cesaretle, bedel ödeyerek adımladığı yolun emeğidir. Alana çıkan, susmayan, korkmayan, özsavunma
hakkını kullanan, haklarına sahip çıkan her bir kadının AKP’nin geri adım atmasını sağlayan kararlılıkta
payı vardır. Ancak bunca birikime, kazanıma ve deneyime rağmen kadın hareketinin; çözmesi gereken
sorunları, aşması gereken handikapları ve yaslanması gereken güçlü yanları olduğu da bir başka
gerçekliğidir.
İstanbul 25 Kasım Platformu’nun, eylem alanının belirlenmesinde yaşadığı ayrışma, 25 Kasım günü bu
kadın özgürlük mücadelesinin parçalı duruşu başta olmak üzere birçok açıdan incelenmeye değer
veriler ortaya çıkardı. İstanbul 25 Kasım Platformu’nun Taksim-Kadıköy ayrışması, birleşik kadın
mücadelesinin önüne aşılması gereken bir set olarak çıktı. Taksim, emekçi sol hareket bakımından
olduğu kadar kadın hareketi bakımından da tarihsel bir hafıza demektir. Kadın hareketi ile erkek
egemen sistemin güncel çarpışma alanı olan, neredeyse son 4 yıldır, 25 Kasım ve 8 Mart’ta irade
savaşına dönen bu mevzi, kadın kitlelerinin direnişi ile kadın özgürlük mücadelesinin eylem alanıdır.
Taşıdığı bu anlamdan kaynaklı son yıllarda sarayın yasaklamalarına konu olan bir durumdadır da aynı
zamanda. Yine de binlerce kadın bu yasağa meydan okumak için alana akıp, Taksim özelinde
kazanılmış mevzilerine sahip çıkacağı mesajını vermektedir. Buna rağmen bu yıl kitle katılımını
etkileyeceği bir ön kabul ile 25 Kasım’da eylem alanın değiştirilmesi tartışmaları eylemi örgütleme
gündeminin önüne geçmiştir. Nitekim kadın hareketi; salgında bile sokakları terk etmeyen, İstanbul
Sözleşmesi ile toplumsal saflaşma yaratan ve AKP’ye geri adım attıran tek hareket olmaktan kaynaklı
avantajını kullanamamıştır. Bu hem salgının yarattığı özgün koşulların 25 Kasım alanlarına yansımasını
öngöremeyen hem de Taksim gibi genel eylem yasağına konu olan bir alanı kadın kitlelerinin gücü ile
özgürleştirme perspektifine sahip olmayan, eylemin gücünü salt niceliğinde gören ve taşıdığı politik
mesajı göz ardı eden bir kadın hareketi gerçeği ortaya çıkarmıştır. 25 Kasım eylem alanı olarak her yıl
başka başka alanların dayatıldığı bir dönemde bu yıl, “Taksim’e gidiyoruz” demek kadın kitlelerinin
öfkesine dayanmak ve bu öfkeyi büyütmek sorumluluğu anlamına geliyordu. Ama kadın hareketi
devlet yasaklamadan Taksim’den vazgeçerek bu sorumluluktan da kaçmış oldu. Çünkü AKP’nin her
türlü yasağına rağmen, Taksim’e gelen ve polis saldırısını göze alan her bir kadın, alana çağrı yapan
platformdan da aynı cesareti bekliyor. Bu nedenle, 25 Kasım eyleminin nerede yapılacağından ziyade;
25 Kasım’ın kadın kitlelerinin öfkesini örgütleme sorumluluğu ile mi yoksa herhangi bir eyleme kitle
katılımını esas alan bir sorumlulukla mı örgütleneceğine yönelik bir tartışma yaşanmıştır.
Kazandıklarımız Bizim, Kazanımlarımız Hepimizin
Türkiye ve Kuzey Kürdistan kadın hareketi, ortak platformlarda kararlarını yol verme, mutabakat gibi
demokratik süreçlerle veriyor. Bu birleşik mücadelenin örgütlenmesi bakımından önemli bir düzey.
Ancak ortak teamüllerimizim veya ilkelerimizin unutulması veya ne sebeple olursa olsun vazgeçilmesi
eksik ve antidemokratik sonuçlar doğurabiliyor. İstanbul 25 Kasım Platformu’nun yer tartışmasında
yaşanan krizini, yol verme yöntemiyle aşmak, yerine bir biçimde oylama ile aşmaya çalışması bunun
örneğidir.
Yazının başında vurguladığımız gibi kadın özgürlük mücadelesinin her bir öznesinin emeği, kocaman
bir kadın hareketi yarattı. Dağıtılan her bildiri, temas edilen her bir kadının, yapılan her bir eylem,
üretilen her bir teori ve politika, kısa vadede tek bir özneye kazandırsa da açığa çıkan kazanım
hepimizin yani kadınların oldu. Ancak bugün kimi ortak kazanımlarımızı ayrıştırmaya başlamak ve özel
mülkiyet anlayışı ile sahip çıkmak, kadın özgürlük tarihini de yaralıyor. 8 Mart feminist gece
yürüyüşüne dair fotoğrafların kadın eylem, etkinlik ve afişlerinde kullanılmasına karşı çıkmak, üstelik
bunu gece yürüyüşüne katılan her kadını sahiplenme bakış açısı ile yapmak birlikte yol yürüyüşümüze
zarar veriyor. Birbirimizden güç alma yanımızı, birbirimizden ayrıştırdığımız kazanımlarımıza çeviriyor
ki bu kadın hareketini daraltmaktan başka bir anlam ifade etmez. “Kazanımlarımızı kadın kitlelerine
ve kadın hareketine nasıl mal edeceğiz?” sorusuna vereceğimiz cevap çok önemli. Kadın kitlelerinin
bilincini yansıtan; “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganı bugün kadın hareketine mal
olmuşsa artık bu sloganı ilk kimin bulduğunun önemi yoktur, o artık bütün kadınlarındır. Ya da
Özgecan katledildiğinde ilk kim sokağa çağrı yaptıysa bunun artık bir önemi yoktur, o isyan on
binlerce kadınındır. Özgecan isyanına karşı kullanılan her bir fotoğrafta, atılan her bir slogan da kadın
cinsinin kolektif hafızası ve ürünüdür. Bu nedenle birlikte yarattığımız değerleri, kazanımları, deneyimleri; çekinmeden kadın kitlelerine mal edebilmeliyiz. Aksi durumda bu tartışmalar bizi geriye dönük eylem, etkinlik ve kazanım tescillemeye götürür ki bu hiçbir kadına bir şey kazandırmaz.
Sorunun Özü ve Çözümü
Kadın hareketinin çok bileşenli yapısına ve birlikte yol yürüme gücüne yaslanarak çözmemiz gereken
daha esaslı sorunlar var önümüzde. Dünyada faşist iktidarlar ve erkek egemen politikalar hızla
yükseliyor. Erkek egemenliği topyekûn kadın cinsine savaş açmış durumda. Kadın bedeni, cinselliği ve
emeği üzerindeki tüm tasarrufu, kesinkes erkek cinsinin elinde tutmak için burjuva yasalarla sınırlı
kazanılmış haklarımıza bile göz dikiyor. Dolayısıyla, bugün kadın hareketi yıllardır verdiği mücadele ile
bir sınıra dayanmamın ve erkek egemen sistemin bu yeni saldırısı karşısında bir yol açmanın
sancılarını çekiyor.
AKP’nin politik yönünü sınırlı da olsa belirleyen toplumsal meşruiyet, kadın hareketinin niceliğini öne
çıkarıyordu. Yani dün erkek egemen politikalara geri adım attırmak veya kazanım elde etmek için
kitlesellik önemli bir avantaj iken bugün tek başına kitlesel eylemler yetmiyor. Politik İslamcı saray
faşizmi, toplumsal meşruluğu, kitleselliği bir kenara bırakalı çok oldu. Bugün yönetememe krizini
korku ve zor aygıtlarının gölgesinde bertaraf etmeye çalışıyor. Dolayısıyla kadın hareketi ile
çarpışmasında zor aygıtlarının rolü dünden daha belirleyici bir yerde duruyor. Kadın kitlelerini öfkesini
yasaklar, polis barikatı, kendi yasalarını bile yok sayma, politik kadınları cinsel işkence ile sindirme,
kadın katillerini açıktan koruma gibi uygulamalarla bastırmaya çalışıyor. Yani kadınların ezilmişliğinin
ve köleliğinin temel dayanağı olduğunu her fırsatta ortaya seriyor. Böylece erkek egemenliğinin
ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen her kesimden erkekleri kendi etrafında saflaştırıyor. AKP, kadın
cinsi ile savaşımını varlık-yokluk savaşı olarak görüyor ki haklı. Bu savaşı kaybettiği anda yani kadın
hareketini bastıramadığı her durumda büyüyen toplumsal öfkenin kadın cinsinin öfkesi ile birleşmesi
ve bunun AKP faşizmini yıkacak bir güç olarak ortaya çıkmasını engelleyemeyeceğini biliyor.
Kadın hareketinin değişik özneleri ise meselenin ciddiyetinin henüz farkında değil. AKP’nin
saldırılarını hala salt kadın düşmanlığının sonucu olarak okuma eğiliminde. Bu nedenle değişen
koşulları, koşulların gerektirdiği öncü mücadele tarzını ve kitlelere öncülük etme sorumluluğunun
farkına varmamakta ısrarcı davranıyor. Bugün kadın cinsinin özgürlüğü, tek tek erkek egemen
yasalara, politikalara karşı geliştirilen mücadeleden ziyade AKP faşizmine karşı yürütülecek
mücadeleyi kazanmaktan geçiyor. Bu elbette kadın kazanımlarını gasp etmeyi hedefleyen, kadın
hareketini sindirmeyi amaçlayan, tek tek kadın katillerini ödüllendiren gündemlere dair mücadele
etmeyi dıştalamak anlamına gelmiyor. Aksine her bir gündemi ve anı; AKP faşizminde gedik açmak,
yasakları boşa düşürmek, yönetememe krizini derinleştirmek ve tüm bunları kadınların biriken
öfkesinin patlayacağı ana hazırlık bilinci ile yönetmek anlamına geliyor.
Kadın kitlelerine davranış özelliği kazandırmak, polis şiddetine ve zor aygıtlarına karşı koyma cesareti
vermek için her bir anının daha büyük bir çarpışmaya vesile olacağını düşünerek hareket etmemiz
lazım. Kitleler değişik birçok anda korku sınırını aştığını, kararlı bir öncü olduğu durumda onunla
birlikte yürüyeceğini ve birleşik kadın hareketinden güç aldığını gösterdi. Şimdi birleşik kadın
hareketinin aynı gücü sokakları terk etmeyen, inatla AKP faşizmine diz çökmeyen kadın kitlelerinden
güç alma zamanı. Dün kadın kitlelerine evin eşiğinden çıkma çağrısı yapıyorduk, bugün kadın kitleleri
bize mücadelenin dayandığı sınırların eşiğini atlama çağrısı yapıyor. O eşik aşılmaz değil elbette, yeter
ki önümüzdeki eşiğin çapını fark edip adım atma cesaretini gösterelim.