Yeni tip coronavirüsün (COVİD-19) tüm dünyaya yayılması sonucunda, Dünya Sağlık Örgütü pandemi ilan etti. Bununla birlikte insanların doğayla, hayvanlarla kurduğu ilişki yeniden gündeme geldi ve daha esaslı bir şekilde sorgulanmaya başladı. Sınıflı toplumların türcü (insan olmayan türlerin insan türünün ihtiyaçlarına hizmet etmek için var olduğu inancıdır) bakış açısı, doğanın talan edilmesine, hayvanların “evcilleştirme” adı altında köleleştirilmesine yol açtı. İnsanlar hayvanlarla doğal ilişki kurmak yerine; bedenini, emeğini sömürmeyi tercih etti. Kendini hayvandan saymayan -biyolojik olarak hayvanlar kategorisinde olsa dainsan doğaya, kendi türüne giderek yabancılaştı. Bu yabancılaşma ve egemen olma isteği hayvanlara yönelik kıyım politikaları doğurmakla birlikte, toplumun sınıfsal ve cinsel olarak ezilen kesimleri bakımından da doğrudan bağ kurulacak bir gerçeklik haline de gelmiştir. Bu konuların hepsi ayrı ayrı tartışma konuları olsa da biz burada etin cinsel politikasını yani erkek egemenliğinin kadınları zapturap altına almaya çalışmasını ve hayvanlara uygulandığı şiddet ilişkisini inceleyeceğiz.
Etin cinsel politikası
“Etin cinsel politikası” denildi ğinde, insanların çoğuna bu çok zorlama bir fikir olduğu ya da kadın özgürlük savunucularının her şeyi illa “erkeklikle” bağını kurmak zorunda olduğundan dolayı böyle söylediği sanılır veya iddia edilir. Doğrudur aslında, sınıflı toplumlardan, analık hukukundan babalık hukukuna geçilmesinden itibaren dünyada var olan her şey erkeklere göre dizayn edilmiştir. -Kadınların kendi mücadeleleri ile kazandıklarını yok saymayarak söylüyorum.- Dolayısıyla doğrudan ya da dolaylı olarak var olan tüm politikaların -özellikle erkek egemen kapitalist sistemde“erkeklikle”, erkeğin yüceltilmesiyle ya da egemenliğinin pekiştirilmesiyle kesinlikle bir bağı vardır. Bu bağ, hayvanları tahakküm altına alması ve kadınların ezilmişliği arasında da bulunmaktadır. Etin cinsel politikası; kadınları hayvanlaştıran, hayvanları da cinselleştirip kadınsılaştıran tavır ve davranışların bütünün sistemli olmasıdır. Şimdi bu politikanın nasıl olduğuna bir bakalım.
Erkek egemen toplumlarda et yenmesi, erkeğin gücünü gösteren bir simgedir ve kadınların ise daha az tüketmesi anlayışı hâkimdir. Bazı ülkelerde yakın zamana kadar kadınların et tüketimi yasaktı. -Bazı Asya ülkelerinde kadınların hayvansal ürünleri, Etiyopya’da et tüketmesi, Afrika’da tavuk eti yemeleri, Solomon Adaları’nda kadınlar domuzları besleyip büyütüyor olsa da domuz eti yemeleri yasaktır. Et yemeleri erkeğin iznine bağlıdır. Endonezya’da etli yemekler erkeklerin mülkiyetindedir. Örneğin; Mbum Kpau kadınları tavuk, keçi, keklik ya da diğer av kuşlarını yeme hakları yoktur. Walamolar arasında kümes hayvanlarını yeme yasağını ihlal eden kadınlar öldürülür. Günümüzde feodal gerici ilişkilerin devam ettiği ortamlarda et yemek ilk erkeğin hakkıdır. Sonra erkek ve kız çocuklarının, kalırsa kadınların yeme hakkı vardır. Anadolu’nun bazı yerlerinde regl dönemlerinde kadınların avlanma aletine ya da avlanan hayvana dokunması yasaktır.
Et yemenin erkekliği güçlendirdiğine inanılır. Bundan dolayı dizilerde, filmlerde “güçlü, kahraman” erkekler et yerken, kadınlar sebze ya da tahıl, baklagil gibi şeyler yerlerken verilir. Milliyetçiliği ve cinsiyetçiliği yücelten Tarkan, Kara Murat gibi Türk filmleri dikkatle izlenirse, bu durum gözümüze daha çarpıcı görünür. Bazı inançlarda hayvanın cinsel organını yemenin erkeği cinsel olarak güçlendirdiğine inanılır ve bu nedenden dolayı ergenlikteki erkeklere yedirilir. Bu beslenme tarzı bile erkeğin kadından daha üstün olduğunu göstermek için sembolleştirilen cinsiyetçi bir yaklaşımdır.
Savaşlarda cinsiyetçilik çok derinleşir. Tarih boyunca savaşlarda erkeklere sunulan ganimet öncelikle kadın ve “et”tir. Bir yeri işgal eden erkekler ilk olarak kadınlara tecavüz eder ve ganimet olarak gördükleri hayvanları öldürür ve yerler. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde askerler dışındaki halka karne ile çok sınırlı et dağıtımı yapılırken, ordu ve donanmada kişi başına et tüketimi ortalama bir halkın iki buçuk katı kadardır. Eti kadınlar pişirmesine rağmen savaşta erkeklerin “güçlü” olabilmesi için yeme hakkı yoktur. Savaşta askerlere “motivasyon”, “moral” sağlama adına birçok kadın seks kölesi haline getirilir. Askerlerin kadınlara tecavüz ve işkence etmesine izin verilir.
Peki, erkek egemen kapitalist sistem etin cinsel politikasını üretmeyi nasıl gerçekleştirir?
Kayıp gönderge ve cinsel kesim imgeleri ile iki türlü yapar.
İlk olarak kayıp göndergenin ne olduğuna ve nasıl gerçekleştiğine bir bakalım?
Erkek egemen sistem, kadını ve hayvanı sömürdüğünü gizlemek için, iki türü birbirine yabancılaştırır, özne olmaktan çıkarır, nesne yapar. Yenilebilir bir şey olarak hayvan bedeni nosyonu da aynı şekilde meydana çıkar, ölü hayvanları satın alan ve tüketen insanları gerçeklikten uzaklaştırır: “Benim hayvanların ölü bedenlerini et olarak yiyebilmem için birileri onları öldürüyor”, cümlesi önce, “hayvanlar et olarak yenmek üzere öldürülür” haline, sonra da “hayvanlar ettir”, en sonunda da “etlik hayvanlar” ve “et” haline gelir. Bizim yaptığımız bir şey hayvanların doğasının bir parçası haline gelir ve buradaki kendi rolümüzü bütünüyle gözden kaybederiz. Yani “kuzu eti” yerken, tabağımızda olan şeyin “ölmüş bir canlı cesedi” olduğunu unutur ve onu yemek olarak görürüz. O kuzunun bir zamanlar canlı olduğunu, her şeyi algıladığı bir sinir sistemi olduğunu, mezbahalarda kuzunun acı çekerek katledildiğini, bir “hiçmiş”cesine parçalara ayrıldığını unuturuz. Kapitalist sistem, hayvanları kayıp gönderge haline getirmeyi daha büyük ustalıkla yapar. Sabahları soframıza gelen jambonlar, sucuklar, salamlar, sosisler neredeyse ölmüş bir canlıya hiç benzemez. Yediğimiz hamburgerin, köftelerin, nugetların vb. et olduğunu unuturuz. Dolayısıyla “yemek” diye önümüze sunulan şeyin bir zamanlar canlı olduğu fikri bize çok daha uzaktır. Kapitalist sistem, hayvanı kendi bedeninden yabancılaştırarak kayıp gönderge olmasını çok daha iyi becerir.
Sistem, hayvanları kayıp gönderge haline getirip sömürmeye devam ederken dişil hayvanları iki kat sömürür. Fabrikalarda “suni döllenme” adı altında ineklere defalarca tecavüz edilerek bir yılda doğal yolla yapacağı doğumun çok üzerinde doğum yaptırılır. Dişi civcivler kümese kapatılarak sürekli yumurtlaması sağlanır, yumurtlayamayacak düzeye geldiği zaman ise kesime gönderilir. Bunun gibi pek çok örnek hayvanlarda dişilerin iki kat sömürüye maruz bıraktığını gözler önüne seriyor.
Aynı biçimde hayvanlar gibi kadınlar da kayıp gönderge haline getirilir. “Osman, Ayşe’yi dövdü” cümlesi önce, “Ayşe Osman’dan dayak yedi”, sonra “Ayşe dayak yedi”, en sonunda da “dayak yemiş kadınlar” ve “hırpalanmış/ mağdur kadınlar” haline gelir. Böylece suçlu olan erkek gizlenerek, sömürüye maruz bırakılan kadınlar ön plana çıkarılarak iyice belirsiz hale getirilir. Sanki ortada örgütlü bir erkek egemen sistem yokmuş da kadınlar kendiliğinden bu hale geliyormuş fikri algılatılır. Bu da sorunun özüne yabancılaşmamızı sağlar.
Kadınların ya da hayvanların kayıp göndergelere dönüştürülmeleri asıl sorumluların gizlenmesini sağlarken, dil ile bir algı yönetimi yapılarak sistemin sorgulanmasının önüne geçiliyor. Özellikle cinsel şiddet ve et yeme eylemleri için, kayıp göndergede bir kesişim noktası bulunuyor. Örneğin; tecavüz şiddetine uğrayan birçok kadın kendisini “bir et parçası” gibi hissettiğini belirtiyor. Bu şiddet biçimlerinin meşrulaştırılmasına dönük dilde bazı benzetmeler yapılıyor. “Dünyaya, haneye tecavüz etmek” gibi kelimelerle “tecavüz” hafifletilip ortada bulunan şiddetin üzeri giderek örtülüyor. Ya da tersinden tüm bu şiddet biçimlerini uygulayan insanlar -özelde erkeklerdeğilmiş gibi “hayvan”a benzetilerek türcülük bir şekilde üretiliyor. Erkek egemen kapitalist sistem, daima kayıp göndergelerin işlevinden yararlanarak, maddi bir gerçeklik olan şiddeti kontrol altında tutulabilir, denetlenebilir hatta üzeri örtülebilir metaforlar haline getiriyor. Bu da kayıp göndergeleştirmenin amacına hizmet edilerek ezilen kesimler arasındaki bağlantıyı mümkün olduğunca görünmez hale getiriyor. Kayıp göndergenin görünür hale gelmesi ancak ezilen kesimlerin yaşadıkları zulmün ortaya çıkartılması ile mümkündür. (Örneğin; kesimhanelerin hiç görüntülenmemesi kayıp göndergenin var oluşunun nedenlerinden biridir. Ancak buralarda yaşananların yayınlanması, kayıp göndergeyi görünür hale getirecektir. Ya da şiddete uğrayan kadınların gözlerinin mor olduğu fotoğraflarının dolaşıma sokulması hem kadınlara gözdağı verme amacı taşır hem de failini belirsizleştirerek kayıp gönderge haline getirir.)
Sistemin etin cinsel politikasını ürettiği başka bir yöntem ise cinsel kesim imgeleridir. Cinsel kesim imgeleri kadın ve hayvan bedeninin parçaları sahibinden koparılarak metalaştırılması ve bir biçimde birbirleriyle ilişkilendirilmesi ile gerçekleşir. Dilde “tavuk göğsü, tavuğun kalçası, kadınbudu köfte” gibi kelimeler türetilerek cinsel kesişim imgeleri yaratılmış olur. Bunun örneklerini kapitalist sistemde yaygın bir biçimde görürüz. Örneğin; birçok et firması, eti kadın bedeni ile ilişkilendirerek pazarlar. Reklamlarda tavuklar birden kadın görüntüsüne bürünür, ya da inekler birden kırmızı rujlu sarışın bir kadına benzetilir. Reklamlarda hayvanlar konuşturularak “göğüs mü istersin kalça mı?”, “eteğin ucundan azcık”, “harbi delikanlılar et yer”, “soy beni” gibi cümleler kullanılır. Tersinden kadınlar da hayvanlara benzetilerek erkekler bakımından bir nesne haline dönüştürülür. “Seks yapılacak kadının” pilice benzetilmesi, fiziksel olarak güçlü olan kadının “at”a benzetilmesi tabloyu tamamlayan örneklerdir.
Etin cinsel politikasının var olduğunu görmemiz için, bu kadar ayrıntıya bakmamıza bile gerek yok aslında. Eğer evde bir hayvan bulunuyorsa birçok erkek kadına şiddet uygulamadan önce hayvanlara şiddet uyguluyor. Araştırmalara göre, cinsel suç faillerinin yüzde 60’nın geçmişinde hayvana yönelik şiddet ya da istismar bulunuyor. Kadınlar, “Kocam beni dövmeden önce ahırımızda bulunan hayvanları döverdi”, “Önce köpeğime sonra bana tecavüz etti” gibi anlatımlar, somut bir biçimde durumu gözler önüne seriyor.
Etin Diğer Politikaları
Sınıflı toplumların oluşması sonucunda birçok ezilen kesim oluşmuş ve bu kesimlerin birbiriyle doğrudan veya dolaylı ilişkiler içerisinde olduğunu belirtmiştik. Etin cinsel politikası ırkçı ve sınıf politikası da oluşturur. Bu politikalara değinmek bütünü anlamak bakımından iyi olacaktır.
Etin cinsel politikasında ırkçı ve sınıfsal politika çoğunlukla kayıp gönderge yoluyla yapılır. Amerika’da beyazların, siyahları köleleştirme nedenlerinden biri hayvanların kürklerinden ticaret yapma istekleridir. Elbette ki, siyahların köleleştirmesinin tek faktörü bu değildi. Bu durum hayvanların kayıp gönderge haline getirilmesinin ırkçılıkla ve ekonomik politikalarla ilişkisini ortaya koyuyor. Çok uzağa da gitmeye gerek yok aslında. Türk devleti Kürdistan’a uyguladığı sömürgecilik politikasında da bunu görürüz. Türk devleti, 28 Aralık 2011 tarihinde Şırnak’ın Roboski köyünde 19’u çocuk 34 kişiyi katletmeden önce askerler köyde bulunan katırları katletti. Hayvan hakları savunucusu ve dönemin milletvekilli Melda Onur, katır katliamlarını gündemleştirdi. HDP’li vekil Filiz Kerestecioğlu mecliste soru önergesi vererek, hayvan katliamlarını sordu. Katır katliamları adeta insanlara yönelik katliamın habercisi niteliğindeydi. Roboski katliamından sonra bir köylü verdiği röportajda “Askerler bizim buralara büyük operasyonlar yapmadan önce hayvanlarımızı katlederler, ardından operasyonlar yaparak bizi katlederler” demişti. Bu cümle ırkçılığın ve türcülüğün bağlantısını gözler önüne fazlasıyla serer. 90’lı yıllarda Kürdistan’daki köy yakmalarında da halkın geçim kaynağı olan hayvanları yaktıklarını biliyoruz. (Yanlış anlaşılma olmasın hayvanların bir geçim kaynağı olması da insanların hayvanları sömürmesidir ama mevcut durumu anlatmak için ifade ediyoruz.)
Etin sınıf politikası da kapitalist sistemde çok bariz bir biçimde görülür. Filmlerde, dizilerde, reklamlarda zenginlerin sofrasında “et” bulunurken; yoksul halkın sofrasında ise ya çorba ya da sebze bulunur. Bu algı yönetimi ile etin zenginlerin hakkı olduğu, fakirlerin ise bunu yiyemeyeceği ifade edilerek etin sınıfsal politikası da başka türden üretilir. Sömürme biçimleri bile sınıfsaldır. Zenginlerin “et”e layık olduğu algısı aynı zamanda “paran varsa kapitalist sistemde her türlü sömürüye hakkın da vardır” mesajını da içerir.
Henry Ford’un, “Fordizm” (bu üretim yönteminin temelinde ‘üretim bandı’ yöntemi yatar. Bu yöntemde niteliksiz işçiler, üretim bandı üzerinde akan ürünlere belli parçaları monte eder) uygulamasını hayvan mezbahalarından örnek almıştır. Ford’da çalışan birçok işçi kendilerini mezbahada kesilmeyi bekleyen hayvanlar gibi hissettiklerini belirterek istifa etmiştir. Hayvanlara uygulanan sömürü, kapitalizmde işçilere uygulanan sömürüye esin kaynağı olduğunu görüyoruz. Kapitalist sistem; işçi ve hayvanı farklı biçimlerde sömürse de sömürüsünün sebebi sistemin ayakta kalmasıdır.
İlaç ve kozmetik laboratuvarlarında, fabrika, kürk çiftliklerinde, deri fabrikalarında, hayvanat bahçelerinde ve diğer sömürü kurumlarında; hayvanlar sermayenin köleleri haline getiriliyor. Milyonlarca hayvan kullandığımız birçok kozmetik ürün için deney olarak kullanılıp katlediliyor. Bunlar gösteriyor ki hayvanları tahakküm altına alma ile diğer tahakküm altına alınan kesimler arasında kopmaz bir bağ var. Dolayısıyla, bir sömürü biçimine karşı mücadele ederken, diğerini görmezden gelip mücadele konusu yapmaktan uzak duramayız.
Sonuç
Doğa odaklı bir yaşam ve bunla bağı içerisinde türcülük karşıtlığı, Marksizmin temel yaklaşımlarını da düşündüğümüzde elbette önemli bir mücadele sahası. Henüz çok güçlü olduğunu söyleyemesek de bu alanda da bir bilinç ve literatür oluşumu olduğunu, bunun da büyük oranda kendini sadece bu lokal başlık altında mücadeleye vakfedenler sayesinde oluştuğunu söyleyebiliriz. Bunun, türcülük karşıtı mücadelenin; sınıfsız, sömürüsüz, cins ayrımsız ve doğayla uyumlu bir toplum mücadelesinin dolaysızca konusu haline getirememiş olmamızla ilgili olduğu ortada.
Örneğin etçil beslenme mevzunda sıkça duyduğumuz “Ama doğanın dengesi bu”, “Et yemek insan vücudunun bir vazgeçilmezi, yemezsek birçok sağlık sorunumuz ortaya çıkacak”, “Et yemek doğal ki, doğal olmasa hayvanlar da etçil olmazdı” ya da “Bahsettiğin tüm sorunlar sınıfsal sınıflı toplumlar ortadan kalktığı zaman bu sorun da ortadan kalkacak” şeklindeki karşı çıkışlar dahi konuya yaklaşımların sığlığı konusunda yeterince fikir veriyor.
Yeri gelmişken et yemenin doğal olup olmadığı sorunsalına gelelim. Hayvan yemenin doğal olduğuyla işe başlayan argüman şöyle bir ön varsayıma dayanır: Hayvan eti tüketmeye devam etmemiz gerekir çünkü biyolojik olarak ihtiyacımız olan bir şeydir. “Et kadar bağışıklığı güçlendiren başka bir şey yoktur, etteki protein ve bazı mineral ve vitaminler sebzelerin hiçbirinde yoktur” fikriyatı birçok insanı yönetir. Özellikle pandemi döneminde televizyon kanallarında birçok uzmana “Et yeyin bağışıklığınız güçlenir” diye beyanda bulunması isteniyor. Burjuvazinin ürettiği bilimsel bilgiler “etin” ne kadar gerekli olduğu üzerinedir. Ama gerçek böyle değildir, birçok sebzede etten daha çok protein bulunmaktadır. Aşağıdaki tablo incelendiğinde durum daha net anlaşılacaktır. Kapitalizm bu algı yönetimi yapmak zorunda. Çünkü hayvanlarla ilgili belirlenen sermaye politikası gereğidir.
Etobur hayvanlar paradigması hayvan eti yemenin doğal olduğu iddiasına delil oluşturur. Fakat yukarıda hem gerçekliğin toplumsal olarak inşa edildiğini belirttiğimize göre hem de hayvan eti yeme konusunda tarihin çok karışık bilgiler verdiğini bildiğimize göre, bu konuda neyin doğal olduğunu nasıl bilebiliriz? Türcülüğün reddi konusunda toplumu bilinçlendiren, bakış açısını değiştiren çeşitli tartışmaların örgütlenmesi gereklidir. Türcülüğe karşı çıkanların temel ilkesi hayvan cesedi yememek, hayvansal ürünleri tüketmemektir. Vejetaryen ve veganlar yaşam tercihinin ötesinde tutarlı bir duruş sergilemektedir. Türcülükten kopuşun tek ön şartı veya tek biçimi olarak vejetaryen veya vegan olmayı koymak yanlıştır.
Kadın ve hayvanın eşit düzeyde ezildiklerini ve sömürüldüklerini savunmuyoruz. Yalnızca şiddet ve tahakkümden beslenen erkek egemen kapitalist erkek sistemin zayıf bulduğu her şeyi ve herkesi “erkek” tanımının dışına atarak alt edilecek bir öteki ilan ettiğinin, özneden nesneye indirgediğini anlatmaya çalışıyoruz. Kaldı ki hayvanlarla salt kadınların değil, ezilen tüm kesimlerin kesişim noktası bulunmaktadır. Sınıfsız, sömürüsüz bir dünya düzeni isteyen sosyalistler olarak, hayvanların yaşadığı zulmü ve erkek egemenliği ile bağlantısını görmezden gelmemiz mümkün değildir.
Sosyalist hareketlerin pratiğinin, yukarıda izah ettiğimiz sömürü biçiminin ortadan kaldırılması ihtiyacına denk düşen bir pozisyonda olduğunu söyleyemeyiz. Kimi zaman teşhir, kimi zaman tek tek kişilerin sorgulama düzeyleriyle sınırlı kalan bu tabloda doğa merkezli bir yaşamın politikasıyla, felsefesiyle hemhal olmuş, ertelemeden uzak devrimci bir politika kurabilmek de gerekiyor. Ortada gayet örgütlü bir sistem işliyorken bizlerin türcülük karşıtı mücadelenin, diğer politik gündemlerle bağını kuran, ertelemecilikten uzak ve bugüne kadar bir bilinç oluşumunu sağlayan hareketlerin birikimini içeren bir kavrayış içerisinde hareket etmemiz gerekiyor.
İnsanın doğaya yabancılaşmasına karşı mücadele edenler olarak; doğanın en büyük parçalarından biri olan hayvanlara karşı yabancılaşmayı görmezden gelip devrim sonrasına mı erteleyeceğiz? Hayvanların kapitalist endüstriyelleşmeden kaynaklı yaşadığı sorunları üretim ilişkileri parçalandıktan sonra mı çözeceğiz? Erkek egemenliğinin oluşturduğu şiddet ve tahakküm ilişkisini bugünden tartışmazsak, bu konuya dair teori ve pratik üretmezsek nasıl çözeceğiz? Kapitalist üretim ilişkilerinin tüm doğa bakımından yıkımdan başka bir şey getirmediği konusunda tespitlerde ortaklaşıldığı ortada. Ancak durum tespiti yapmanın yanında; bu tespitlere uygun politikanın aynı zamanda türcülük karşısında da etkin bir ilişkilenmeyi de zorunlu kıldığını unutmadan hareket etmeliyiz. Konuya ve kendi pratiğimize en genel hatlarıyla bir giriş olarak da okunabilecek bu fikirlerin daha güçlü bir politikanın süzgecinden geçerek gelişeceğini kavramakla işe koyulabiliriz.
“Doğaya, hayvana, yeryüzüne özgürlük”