Bir Kızılderili Şefi; “Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.”, “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacaktır!” der.
Bu anlatıyı duymayanımız yoktur ve bir gerçeklikle yüzleşmek insanın içini acıtır. Günümüz dünyası büyük bir ekolojik yıkımla karşı karşıya. Kapitalist üretim ve kar mantığı dünyamızı insan yasamı için olanaksız hale getirmektedir. Bugün ekolojik sorun ya da ekolojik kriz olarak tarif edilen durum erkek egemen kapitalist sistemin sınırsız sömürü mantığının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu sömürü çarkında doğa, insan emeği ve kadın bedeni en başat yerde durur.
Varoluşsal kriz içindeki erkek egemen kapitalist sistemin toplumsal, ekonomik, ekolojik krizlere yaklaşımı ‘kendi sistemimi nasıl kurtarabilirim, nasıl bir kar mekanizmasına dönüştürebilirim’ dir. Kapitalist sistem kendi doğa yaklaşımını oluşturur, sorunun özünden saptırıp çözümsüz büyük bir anlatı çıkarmaya çalışır. Sahte bir duyarlılıkla sorunun özüne teğet geçer, krizin tehdide dönüşmüş boyutlarını da zararsız gibi gösterir. Ya da bir günde milyonlarca ton karbondioksit gazını doğaya salmakla küresel ısınmaya, ekolojik felaketlere yol açan kapitalist sistem, sorumlu bireylermiş gibi bireylere duyarlılık çağrısı yapar. Örneğin pet şişelerin, plastik atıkların doğaya verdiği zarara dair yapılan kamu spotlarıyla tüm üretim biçimi ve tüketim alışkanlıklarıyla ekolojik bir doğanın amaçlandığına dair bir algı yaratılmak istenir. Ama bir yandan da pet şişe ve plastik üreticisi sermaye de sınırsız bir şekilde desteklenir. Ekolojik kriz kapitalist sistemin karakterinden ileri gelen bir sonuçtur ve ancak bu sistemin ortadan kaldırılması ile çözüme kavuşabilir. Ekolojik sorun, doğanın gelecek kuşaklara aktarılmasıyla ve doğayla uyumlu bir üretim ilişkisinin yegane biçimi olan sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasıyla çözüm zemini bulabilir.
Ekoloji yani doğa nasıl bir yıkımla karşı karşıya. Bu yıkımın nedenlerine dair pek çok şey söylenebilir. Doğaya salınan karbondioksit gazının doğaya olumsuz etkileri biliniyor olduğu halde her geçen gün bu salınımın artması ve sonucunda bu gün yaşadığımız iklim değişiklikleri, tsunamiler, aşırı sıcak ya da aşırı soğuk iklimler oluşuyor. Ozon tabakasının incelip delinmesiyle kansere neden olan ışınlara daha çok maruz kalmamıza, tropik ormanların yok edilmesiyle milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olmasına, en küçük bir akarsuyun önüne bile barajlar yapılarak akarsu ekosistemlerinin bozulmasına, önü alınamaz çölleşmelere neden olmaktır. Doğanın oksijen deposu ormanların yok edilmesidir. Nükleer atıklar, denizlerdeki petrol kirlenmesi, toksik (öldürücü zehirler) atıklar ekolojik krizin oluşmasına neden olan sebeplerden birkaçıdır. Ve daha bu sayfaların da sınırlarını aşan oranda ekolojik yıkıma neden olan sayısız doğa politikasını; sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiğin ve kapitalizmin aşırı kar hırsından kaynaklı olduğu tartışmasızdır.
Doğada bulunan her şey; bitkisiyle, hayvanıyla, toprağıyla, dağı taşıyla, deresi deniziyle ve de insanıyla bir bütünüdür ve birbirine bağlıdır. Yaşanmaz hale getirdiğimizde gidecek başka bir yerimiz de yoktur. Doğada 10 ile 30 milyon kadar canlı tür, bu türlerinde ayrıca çeşitlilikleri vardır. Tüm bunların yaşam alanları ve süreklilikleri kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle tehlikededir.
1970’li yılların başında ekoloji sorunları yoğunca tartışılmaya başlandı. Çevre kirliliği, kaynakların tüketilmesi, kentleşme gibi sorunlar yaşamı tehdit etmeye başlayınca insanlık kendisini ekolojik sorunların içinde buldu. Bu tartışmalar içinde çeşitli çevreci hareketler ve akımlar gelişti. 2000’ler sonrası dünya ölçeğinde yaygın ve de kitlesel doğa savunuculuğu ve kapitalizm eleştirisi kendinden söz ettirmeye başlar.
Yaşamı tehdit eden bir ekolojik felaket, doğa felaketi veya ekolojik yıkım denen sürecin ne zaman başladığına kesin bir zaman belirlemek hayli zordur. Zira ilk tarım topluluklarının işledikleri topraklardan, bir süre sonra sulamanın yarattığı tuzlanma, topraktaki mineral seviyesinin düşmesi gibi nedenlerle yaşanan verimsizlik sonucu daha verimli topraklara göç söz konusudur. Toprağın verimsizleşmesi ekolojik bir olaydır. Bu örneğinde gösterdiği gibi ekolojik sorunların ortaya çıkışını insanlığın toplumsal yaşamının ilk nüvelerine kadar götürebiliriz. Fakat özellikle belirtilmesi gereken insanda doğadaki diğer öğeler ile etkileşim içinde yaşamını sürdüren bir varlık olduğuna göre kaçınılmaz olarak çevresine etki edecektir. İnsanın bu etkilerini doğa kendi kendine ortadan kaldırabilir. Doğa kendini yenileyebilir. Ancak kapitalizmle birlikte doğanın kendini yenileyemediği aşamadayız çünkü kapitalist sistemin yarattığı bir felaketten ve de yıkımdan söz ediyoruz, artık doğanın yıkımının çok üst düzeyde, hatta doğada insan yaşamının yok olmasıyla karşı karşıya olduğumuzu söylüyoruz. Kapitalizm üretimin doğal sınırlarını küresel ve biyosferik düzeye genişletmesiyle gezegen çapında bir çevre felaketine yol açabilecek ilk toplum biçimidir.
Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışına paralel doğanın tahribatında geriye dönülemez, yenilenemez süreçler yaşanır. Yıkım o kadar büyük ki doğanın kendini yenileyeme koşulları yoktur. Oysa değişim doğada en temel yasadır. Doğada gördüğümüz her canlı milyonlarca yıllık bir süreç içinde geçirdiği sayısız değişimlerle değişen koşullara ayak uydurabilmiştir. Ancak kapitalist sistem bu kuralı bozmuştur. Bu gün dünya bir pandemi sürecinden geçiyor. Pandemi döneminde alınan kimi tedbirlerin geçici ve kısmi ölçekte de olsa insanın doğaya müdahalesi de sınırlamış olduğunu söyleyebiliriz. İç denizlerde yunusların ortaya çıkmasını, insansız kalan yerleşim yerlerinde yabani hayvanlara rastlanılması başka türlü nasıl açıklanabilir ki?
Hepimizin de bildiği gibi kapitalizmde her şey bir kar aracına dönüştüğü müddetçe bir anlam taşır, ötesi anlamsızdır. Fakat unutulan şey doğanın bir bütün yok olmayacağı, asıl yok olacak şeyin doğada insan için yaşama koşulları olacağı gerçeğidir. Bunun bilincinde miyiz, buna göre mi hareket ediyoruz?
Marks ve Engels insan ve doğa ilişkisini, insanın doğa yasalarını keşfetmesi ve bunlara uyumluluk içinde doğadan yararlanma, canlılara zarar verebilecek doğanın ‘kör güçlerinin’ kontrol altına alınması şeklinde değerlendirirler. Doğanın güçlerini keşif, uyumluluk, doğadan, ona zarar vermeden yararlanma olarak tarif ederler.
Konuyu marksizmin temel ilkeleriyle bağı içerisinde ele aldığımızda da; doğaya hakim olma anlayışının burjuvaziye ait olduğunu, insani gelişmenin de ancak doğayla uyumlu bir sosyalizmin inşasıyla mümkün olunabileceğinin de ortaya konulduğunu söyleyebiliriz. Bu anlayış Marks’ın şu sözünde ifadesini bulur “Toplumun daha yüksek bir ekonomik formundan bakıldığında, dünyanın, bireylerin özel mülkiyetinde olması, bir insanın diğer bir insanın özel mülkiyetinde olması kadar saçmadır. Hatta bütün bir toplum, bir ulus veya aynı anda var olan tüm toplumlar, gezegenin sahibi değildir. Gezegenin sadece maliki, intifa hakkı sahibidirler ve meskenin dost canlısı sakinleri gibi gezegeni gelecek nesillere iyi durumda devretmeleri gerekir.”
Tüm bunlara baktığımızda da anayanlı eşitlikçi toplumda kadının doğayla kurduğu ilişkiyi görmekteyiz. Anayanlı eşitlikci toplumda kadınlar yaşamın düzenleyicisi iken doğayla güçlü bağlar kurar. Bu bağ sayesinde tarımı keşfetmiş, insanlığın tesadüflere dayalı hayatta kalma şansını artırmıştır. Kadın, doğa olaylarını izleyen iyi bir gözlemcidir. Bu becerisi sayesinde; ekme, toplama işlemlerinin zamanını bulan da kadındır. Kadın sadece bitkilerin büyümesini gözlemlememiştir, mevsimsel dönüşümler, doğa olayları, bitki çeşitliliği, bitkiler için uygun yerlerin tespiti, pişirme, saklama, tohum toplama ve onları sonraki yıllar için saklama gibi bugün de güncelliğini koruyan birçok buluş anayanlı eşitlikçi toplumdan günümüze kadınlarla özdeştir.
Bu gün de hala kadının üretkenliği ile toprağın verimi arasında bağlantı kuran yaklaşımlar mevcuttur. Latin Amerika yerli halkları kadın ile doğa arasında görünmez bağların mevcut olduğu inancıyla toprağın verimliliğinin kadın vasıtasıyla sağlandığına inanır. Doğadaki bitkiler ve bitki köklerinden yaptıkları ilaçlarla tıbbın gelişimine katkı sunarken, topluluk içinde şifacılıklarıyla ön plana çıkmışlardır. Bu özelliklerini kuşaktan kuşağa da aktarmışlardır. Hindistan ve Güneydoğu Asya da bazı kabilelerde eğer toprağı kadın ekerse hasadın bol olacağına inanılır.
Avcı-toplayıcı topluluklarda topluluğu yüzde 80-90 besleyen kadın olduğu belirtilir. Günümüzde de Bangladeş, Hindistan gibi tarımın önemli bir geçim kaynağı olduğu ülkelerin kırsal bölgelerinde de kadın emeği yüzde 70-80 dolayındadır Aborjinler, yabani tohumları ve onların ürünlerini yiyecek, ilaç ve reçine yapmakta kullanır. Amazon toplulukları da yaşamlarını sürdürebilmek için yabani bitkilerden yararlanırlar.
Antik zamanlardan beri kadınların Pachamama (doğa ana veya yeryüzü) ile direk bağlantıları olmuştur. Pachamama doğanın kadın adıdır. Yani doğaya verilen ad. Onun tüm bitkileri yarattığına inanılır. Pachamama ayrıca ebe yani çocuk doğurtandır. Kadın tanrıçalar da doğa ile anılırlar. Mesela Killa Mama (Ay tanrıçası) Killa (Ay) kadının gücü demektir, suyu yönettiğine inanılır. Mama Qocha (Deniz Tanrıçası) üzerinde de etkisi vardır. Killa kendini yeryüzünde nehirler olarak ortaya koyar. Yerden çıkan su, akan dereler, hepsi kadınlara hürmet ifadesidir.
Tarihten günümüze kadınlar doğanın tahribatına karşı hep bir mücadele içinde olmuşlardır. 1730’da Hindistan’da Amirata adında bir kadın dönemin Emiri’nin sarayına odun temini için kesilmesi düşünülen Khejiri ağaçlarına sarılarak kendi bedeniyle korumaya çabalarken katledilmiştir. Bu olay bugün Hindistan’da ormansızlaştırmaya karşı direnişin adı Chipco hareketinin başlangıcı sayılır.
Özellikle Latin Amerika yerli halkların kadınlarının doğa ve yaşam alanlarını koruma mücadelesi sürekli anılmayı hak eder. Coğrafyamızda da en bilineni Bergamalı köylülerin köylerinde siyanürle altın aramaya karşı verdikleri mücadeledir. Burada da köylü kadınların özverili mücadelelerine tanık olduk. Cerrattepe’de Havva Ana’nın sözleri kulaklarımızda hala. Yırcalı kadınların zeytinliklerini savunması, Gerzeli kadınların termik santrale karşı direnişleri kendinden söz ettiren mücadelelerdir.
Ekoloji mücadelesinde Avrupa merkezli liseli gençlerin öncülüğünde son iki yıldır kitlesel ve yaygın eylemlilikler söz konusu. Bu eylemlerde dikkat çekici yan genç kadınların eylemlerin karar ve uygulamalarda gelişkin bir etkinlik göstermeleridir. Okul boykotları ve sokak eylemlerindeki kitlesellikleri belirgindir.
Son yıllarda ise köylü, kentli, öğrenci, aydın ve pek çok kesimden kadınların ekoloji mücadeleleri içindeki nicelik ve nitelik olarak öne çıkışları önemlidir. Bu durum kapitalizmin cins çelişkisi ile doğa-insan çelişkisi arasındaki ilişki kadar dolaysızdır. Cins ayrımsız bir dünyanın ve doğayla uyumlu bir yaşamın ataerkil kapitalist üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı gerçeği, ivmesi yükselen kadın özgürlük mücadelesini ve ekoloji mücadelesini çok daha fazla buluşturacaktır.
Bu da bize gösteriyor ki kadınlar erkek egemen kapitalizm eliyle doğanın tahribatına, eko sistemlerin bozulmasına karşı mücadeleyi yükseltecekler. Erkek egemen kapitalizmin insan doğa üzerinde yaratmış olduğu tahribata karşı mücadelede büyüyor. Dün olduğu gibi bugün de kadınlar ve özellikle de genç kadınlar bu mücadelede tuttukları yer ve öncülükleri ile kendinden söz ettiriyor. Özellikle kadınların doğanın tahribatına yönelik bu karşı çıkışın içinde olmasının nedenleri üzerine çok çeşitli şeyler söylenebilir. Fakat insanlık büyük bir ekolojik yıkımla karşı karşıyayken sözden öte eylem bir kaç on yıllar daha insanlığa yaşama şansı doğurabilir. İşte kadınları harekete geçirende bu gerçekliktir.
